Münir AKTOLGA

KİMLİK SORUNU (2)
16.06.2023
808

Bilişsel kimlik,  üretim süreciyle birlikte, onun içinde ortaya çıkar. “Ürün”, organizma nesne etkileşmesinin bir sonucu-sentez- olduğu için, üretim süreci, nefsin ve nesnenin yanı sıra  üçüncü  bir varlığı temsil eden yeni bir koordinat sisteminin daha    ortaya çıkmasına neden olur...

 

İşte,   bilişsel benlik,  sürece “ürünü” temel alan bu üçüncü koordinat sisteminden bakabilen benliktir (insan, üretirken, kendini-kendi kimliğini de yeniden üretir).  Daha başka bir deyişle o (yani bilişsel benlik), kendi içimizde oturan insana ilişkin biliminsanının kimliğidir!

 

Evet aynen böyle! Tıpkı ata binmiş bir jokey gibi kendi içindeki hayvanla birlikte  varolan insan, bilişsel kimliğiyle “kendi varlığında-nefsiyle yok olurken” olaylara ve süreçlere objektif olarak bakarak, onları  biliminsanı gibi görebilen bir varlıktır.  Çünkü, insanla ve onun içinde bulunduğu üretim faaliyetiyle birlikte kendi kendini üreterek kendi bilincine varan aslında doğadır. İşte zaten  bu anlamdadır ki insan doğanın “bilim instanzı” oluyor. İnsanı insan yapan, onu kendi içindeki hayvandan ayıran yan  onun bu “bilim instanzı yanıdır!..

 

Bütün bunlara  bir örnek verelim:

 

Ormanda gezintiye çıkmışsınız![1] Aniden, yerde yaprakların arasında bir yılan çıkıyor karşınıza ve siz daha olayın  ne olduğunun bile farkına varmadan, tam  üzerine basmak üzereyken birden kenara sıçrıyorsunuz! O an gerçekleştirdiğiniz bu “kenara sıçrama” eylemi bilinçli olarak yapılan bir hareket değildir. Bilinç dışı olarak gerçekleştirilen bir reaksiyondur. Bu reaksiyona neden olan nöronal reaksiyon modeli de sizin o ana ilişkin olan varlığınızı-nefsinizi-duygusal kimliğinizi temsil eden etkinliktir.

 

Peki, kenara sıçrayarak ilk tehlikeyi atlattıktan  sonra ne olur?..

 

Bu süre içinde olay artık beyin kabuğunda bulunan “çalışma belleğine”-“working memory” iletilmiştir. Süreç orada devam etmektedir. Önce buraya, reaksiyona neden olan nesne olarak yılana ilişkin daha iyi-mükemmel bir nöronal  model ulaştırılır. Sonra da, hafızada içinde yılan olan  olaylara ilişkin bütün kayıtlar aktif hale getirilerek bunlar  aşağıya (yani çalışma belleğine indirilirler.  Tabi bu arada, az önceki reaksiyonu gerçekleştiren nöronal  model (“aksiyonpotansiyeli”) olarak nefs de -“self”- buradadır.  Daha önceki deneyimlere  bakılarak bir durum değerlendirmesi yapılır ve  bir karar verilir. Ya denir ki, “tehlike geçmiştir, yoluna devam et”, ya da, “uzaklaş buradan”!..

 

Bu arada, bütün bu enformasyon işleme süreçleri içinde nöronal bir reaksiyon modeli olarak organizmayı  temsil eden instanz olarak   nefs  biraz daha gelişmekte, belirli bir amaca doğru yönelen motive bir etkinlik haline gelmektedir[2]. Ama bütün bunlar henüz daha bilişsel davranışlar olmadığı gibi, bu ana kadarki sürecin içinde yer alan nefs de henüz daha bilişsel bir benlik değildir… 

 

Bilişsel benlik, ormanda geziye çıkmadan önce, ormana ve ormanda karşılaşılabilecek tehlikelere ilişkin bilgilere sahip olarak, istenilen şeyi (yani gezintiyi) önceden planlayıp, onu bir ürün olarak üreterek pratikte gerçekleştirme süreci içinde ortaya çıkar. Bu durumda artık gezintiyi yapan benlik sürece yukardan bakabilen bir bilim insanı gibidir. Bir yanda gezintiye çıkan organizma vardır, diğer yanda da orman ve ormanda karşılaşılabilecek nesneler, olaylar. Sonuç, yani gezinti ise bir ürün olarak önceden planlanmıştır. Bu durumda, gezinti esnasında oluşan benlik  sürece  sadece kendisini temel alan bir koordinat sisteminden bakmakla yetinmez;  o artık süreci, adeta olaya  hakim bir yerden seyretmektedir!   Çünkü  bilmektedir ki, her an  adım atan artık  sadece kendisi  değildir. Ürün (atılan her adım) organizma-çevre etkileşmesinin  sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Bizde, tasavvuf bilgini atalarımız buna “kendi varlığında yok olmak” hali demişler!.. Ya da “birlik güzelliği”! Nöronal-elektriksel bir reaksiyon modelinden başka bir şey olmayan nefs, bu şekilde, çevreyle etkileşme sürecinde her an yeniden  gerçekleşen izafi bilişsel  bir kimlikle    kendisini de yeniden üretmiş olmaktadır…

 

Evet, insan iki katlı bir bina gibidir! Alt katında kendi içindeki hayvan oturur! Duygusal benliğiyle insanın  içindeki hayvan! Üst katta oturan insanı kendi içindeki-varlığındaki bu hayvandan ayıran tek özellik ise  onun bilişsel bilgi üretebilme yeteneğidir. Ama  ilginç olan şu ki, üst kattaki insanın bu işi yaparak gerçekleşebilmesi-varolabilmesi için,  mutlaka, alt kattaki hayvanın da kendi duygusal benliğiyle bu sürece katılması gerekiyor!..

 

TOPLUMSAL KİMLİK KONUSU…

 

Evet, geliyoruz şimdi toplumsal varlığa, o da gene iki katlı bir bina gibidir!..   

 

Tek bir elementin (insanın) yapısı böyle olunca, bu türden elementlerin (insanların) oluşturduğu, insan toplumu adını verdiğimiz sistemin yapısı da buna uygun oluyor. Yani insan toplumları da gene öyle iki katlı bir bina gibi oluşuyorlar. Alt katta gene bir hayvan, bu sefer toplumsal bir hayvan oturuyor! İnsan toplumu ise, bilgi üretme yeteneğiyle gene üst kattaki komşudur! Gene aynı şekilde, alt kattaki toplumsal hayvan duygusal benliğiyle gerçekleşmeden üst kattaki bilişsel bir varlık olan insan toplumu da gerçekleşemiyor. Tasavvuf bilgini atalarımızın insanı kendi atına binmiş bir jokeye benzetmelerinin esası budur…

MİLLET NEDİR, MİLLİYETÇİLİK NEDİR?..

 

Millet, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumsal varlıktır. Milliyetçilik de bu toplumsal varlığın (milletin)  duygusal reaksiyonlarla oluşan benliğinin-nefsinin (yani hayvansal varlığının) kendini  ifade biçimi oluyor. Yani, toplumsal nefsin kendi varlığını temel alan bir koordinat sistemine göre dünyayı, olayları ve nesneleri sübjektif olarak değerlendiriş tarzı oluyor.

 

-Toplumsal varlık-benlik, toplumsal gelişme sürecinin her aşamasında, bu aşamada geçerli olan üretim ilişkilerine göre değişik biçimlerde oluşur, ortaya çıkar. Örneğin, çobanlıkla uğraşan bir toplum  millet değildir, bir aşirettir. Bu durumda toplumsal varlığı-benliği temsil eden instanz da aşiret şefi tarafından temsil edilir. Böyle bir toplumda milliyetçiliğin karşılığı olan dünya görüşü-bakış açısı ise aşiret toplumculuğu-bencilliği (“asabiyyet”) adını alır. Bazan buna “aşiret milliyetçiliği” de deniyor, ama bu doğru değildir. Milliyetçiliğin belirli bir toplum biçimine özgü bir bakış açısı olduğu gerçeğini karartıyor bu yaklaşım. Koordinat sisteminin merkezini o an varolan aşiret toplumunun merkezine koyupta dünyaya-olaylara onun içinden, onun açısından bakınca görünen tablodur işin özü, ki buna da biz aşiret bencilliği-kimliği-İbn-i Haldun’un deyişiyle de “asabiyyet” diyebiliriz…

 

-Feodal bir toplumda ise bu görevi (toplumun merkezi varlığını-benliğini temsil görevini) feodal bey üstlenir. Bu durumda oluşan dünya görüşüne de “feodal milliyetçilik” değil, feodal dünya görüşü denir.

 

Her durumda, neyin nasıl üretildiğine bağlı olarak ortaya çıkan  üretim ilişkileriyle birlikte  toplumsal varlık-kimlik ve onu temsil eden  instanz da  yeniden oluşurken[3], bu zemini temel alan bakış açısı-dünya görüşü de değişmiş oluyor. 

                     

Enformasyon İşleme Bilimine göre sınıflı bir toplumu bir  enformasyon işleme sistemi olarak (AB sistemi olarak)  düşünürsek, buradaki A sistemin dominant-baskın unsuru-sınıfıdır; daha başka bir deyişle, toplumsal üretim ilişkilerince kayıt altında tutulan sisteme ait bilgiyi temsil eden, ona sahip çıkan unsurdur.[4] Görevi ise, dışardan-çevreden gelen etkileri sisteme ait bilgilerle değerlendirerek bunlara karşı sistemin nasıl cevap vereceğine ilişkin bir reaksiyon modeli hazırlamaktır. Yani A, bu modeli hazırlıyor ve sonra da bunu gerçekleştirmesi için sistemin motor gücü olarak B’ye gönderiyor. B’de davranışlar şeklinde bunu hayata geçiriyor…

 

İşte toplumsal varoluş instanzı dediğimiz toplumsal kimliğin oluşum mekanizması budur. Dominant unsur olan A’nın hazırladığı reaksiyon modeli ile, sistemin motor gücü olan B’nin gerçekleştirdiği davranışlara ait faaliyet raporu çalışma belleğinde (“Workingmemory”) bir araya gelerek süperpozisyon yapınca   toplumsal benlik-kimlik adını verdiğimiz nöronal etkinlik ortaya çıkıyor. Bu nöronal etkinliğin o an kendi varlığını temel alan koordinat sistemine göre kendini ifade biçimi de işin duygusal yanını oluşturuyor. Benlik-nefs kendi varlığını  duygusal olarak ifade etmiş oluyor!.. 

 

İşte, kapitalist toplum söz konusu olduğu zaman,  biz bu kendini duygusal-reaksiyonlarla  ifade tarzına   “milliyetçilik” diyoruz. Dışardan gelen ve varlığımızı tehdit eden bir etki söz konusu olduğu zaman hepimiz milliyetçi kesiliriz! Bir tür kendini koruma duygusudur burada belirleyici olan. Ama sadece bu şekilde kendini koruma duygusu  olarak ortaya çıkmaz milliyetçilik! Kendi nefsini-varlığını, benliğini diğerlerinden üstün kılmaya, egemen olmaya dayanan bir yanı da vardır onun!..

 

Peki,  bu  kötü bir şey midir?..

 

Duruma göre değişir! Eğer ipler ata binmiş jokey örneğinde olduğu gibi binicinin, yani bilişsel benliğin elindeyse her şey normaldir, yani ortada endişe edilecek bir durum yoktur; ama eğer dizginler o toplumsal hayvana kaptırılmışsa, yani at almış başını kendi haline gidiyorsa, o zaman bu gidiş kötüye doğru demektir. “Kılavuzu karga olanın…” hesabı, toplum bir felakete doğru gitmektedir!..  

 

Dış dünya ile ilişkilerde güvenli bir ortama sahip olmak, daha iyi yaşam koşulları istemek, hatta diğerlerinden daha avantajlı bir hale gelmek  bütün hayvanların   temel varoluş güdüsüdür. Bütün bunlarda bir şey yok,  sorun burada yatmıyor! Niye güvenlik istiyorsun, neden kendini savunmaya çalışıyorsun, ya da neden daha iyi yaşam koşulları istiyorsun diye suçlayamaz kimse kimseyi!   Sorun,  insan olmakla, insan görünümü altında hayvanlık durumunda kalmak arasındaki farkta yatıyor!.. 

 

Hayvan söz konusu olduğu zaman, her durumda farklı bir duygusal reaksiyon biçimi olarak ortaya çıkan hayvansal nefs-benlik, insanla birlikte bu zeminin bir basamak üstüne çıkarak bilişsel bir kimliğin ortaya çıkması aşamasına varıyor. Ve insanı hayvandan ayıran yan da bu oluyor zaten. İnsan, bilişsel kimliğiyle kendi içindeki hayvandan ayrılıyor. İnsan, ancak bu şekilde kendi atının sırtında, onu yöneterek hayat yollarında giden bir binici haline geliyor! Tersi durumda ise, “insan”, kendi içinde sahip olduğu bilişsel yeteneği de kullanır hale gelen bir canavara dönüşüyor!..

MİLLETİN VE MİLLİ-ULUS DEVLETLERİN DOĞUŞU

 

Şimdi, Batı’da ulus-millet gerçekliğinin nasıl ortaya çıktığını kavramak için kapitalizmin geliştiği dönemlere Ortaçağ Avrupa’sına  dönüyoruz.[5]

 

Bu dönemde feodal beylerle krallar kendi bölgelerinde “kent kurucuları” olarak   ticaret merkezleri yaratmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Çünkü, ticaret demek dünyanın başka bölgeleriyle bağlanmak-etkileşmek demekti. Kendi ürünlerini başkalarına satabilmek, onların ürünlerini  satın alabilmek demekti. Tek başına ele alındığı zaman ticaret belki yeni bir değer yaratmıyordu, yani “üretici bir çaba değildi”. Ama, ülkeler ve toplumlar arasında bağlantılar kurarak, üreticilerin kendi dar kabuklarının dışına çıkmalarını, onların evrenselleşmelerini sağlıyordu. Toplumlar  arası etkileşmenin mekanizması ticaretle gerçekleşiyordu. Toplumlar ancak bu etkileşmelerle -ticari ilişkilerle- birbirlerine bağlanıyorlardı. Karşılıklı ilişkileri içinde birbirlerine göre varolur-gerçekleşir hale geliyorlardı. Dünyanın bütünleşmesine, tek bir sistem haline gelmesine giden yol buralardan geçiyordu…

 

Feodal bir beyliğin sınırları içinde gelişen bir “kenti” düşününüz…

 

Feodal beylik yerel bir sistemdi, bu yüzden de statikti. En yakın çevresiyle ilişkileri içinde varoluyordu. Üretici güçleri son derece sınırlı idi. Bu yüzden de feodaller kentten sağlayacakları verginin peşinde idiler. Bir de, çeşitli ihtiyaçlarını giderebilecekleri  bir araç olarak görüyorlardı onu.  Kent ise dinamiktir. Ticari ilişkileri sayesinde çok uzak yerlerle bile bağlantı halindedir. Üreticiler arasındaki  bağlantı kayışı gibidir. Bu bağlantılar sayesindedir ki, üreticiler kendilerinden çok uzaklardaki pazarlar için bile üretim yapabiliyorlardı. Pazar genişledikçe daha çok üretmekte, ürettikçe  daha da zenginleşmekte, güçlenmekte idiler…

 

Bu süreç, üretici güçlerin gelişmesine neden olan bir süreçtir. Ve bu gelişmenin belirli bir noktasından itibaren  feodal sınırlar artık  kent toplumuna dar gelmeye başlar. Feodallerle kentler arasındaki çelişkiler ön plana çıkmaya başlamaktadır…

 

Bu noktadan itibaren kentlerin imdadına  krallarla feodal beyler arasındaki çelişkilerin yetiştiğini görüyoruz. Duruma göre, kentler feodal beylere karşı krallarla işbirliği yapmaya başlarlar.  Ne de olsa krallar daha geniş bir çevreyi temsil etmektedir. Feodal beylerin  dar sınırlarının ötesine geçişte bir köprü olur bu ittifak.  Birinci adım bu olur.

 

İkinci adımda ise, kentlerle krallar arasındaki çelişkilerin ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz. Çünkü, son tahlilde kralın kendisi de bir feodaldir. Krallar kentleri kontrolleri altında tutmak istiyorlardı.  Kent toplumunun içinde gelişmeye başlayan üretici güçler ise artık bu feodal kabuğun  içine de  sığamaz hale gelmişlerdi. Tek çüzüm yolu, kent kozası içinde palazlanan burjuva toplumun kendi devletini yaratarak kendi ayaklarının üzerinde durabilir hale gelmesi idi. Ama nasıl?..

 

Bu arada, birçok ticari birlikler kurulmakta, kentler arasındaki ticari ilişkiler alabildiğine gelişmektedir. Bu ilişkiler, aynı zamanda ticari rekabeti de birlikte getiriyordu tabi. Kentler arasında pazara hakim olma mücadeleleri de başlıyordu. İşte,“ulus devletin” ortaya çıkışı bütün bu etkenlerin sonucu oldu.

 

Feodal devlet-krallık kabuğu altında gelişen ve geliştikçe de, rekabetin artmasıyla birlikte  çıkarları  farklılaşmaya başlayan kentler -burjuvazi- kendilerine yeni bir kimlik arayışı içine girdiler. Öyle ki, bu yeni kimlik onları hem eski feodal kimlikten ayırdetmeliydi,  hem de rekabet halinde oldukları diğer kentlere göre kendi farklılıklarını ortaya koymalı, kendi varoluş-egemenlik alanlarını belirlemeliydi. Ekonomik varlıkları-çıkarları onları,  kimliklerini bu zemin üzerinde yeniden tanımlamaya zorluyordu...

 

İşte, “ulus devlet” bu arayışın sonucu olmuştur.  Aynı kent kökeninden gelen, kültürel olarak aynı değerlere sahip olan,[6]  ekonomik yaşantı birliği içinde olan ve bu zemin üzerinde bir beraberlik-birlikte varoluş duygusu geliştirmiş olan insanların birliği olarak doğdu uluslar.  Ulus devletler de bu ulusların örgütlü toplumsal varlığını temsil ettiler. “Başkent” ise ulus devlet olarak bir araya gelen kentler içinde başı çeken kent oldu.[7]

 

Aslında,  burada önemli olan, ekonomik yaşantı birliğiydi, yani pazarın birliğiydi. Yoksa, kimin hangi etnisiteye sahip olduğu-hangi aşiret kökeninden geldiği, alt kimliğinin ne olduğu değildi burjuvaziyi ilgilendiren! Ekonomik yaşantı birliği, yani, insanların üretim ilişkileri içinde birbirlerine bağlı olmaları sistemin birliğini-varlığını sağlamaya yetiyordu. Duygusal birlik, ulusal bilinç vs. hep bu zemin üzerinde gelişti. Kültürel birlikten kasıt da, ekonomik yaşantı birliğinin oluşturduğu bu yeni yaşam tarzının bilgisi temelinde oluşan  ruhsal birlikti. Yoksa, eski etnik kültürün-aşiret kültürünün, ya da feodal kültürün peşinde değildi insanlar. Tam tersine, kapitalist kültürün -yaşam bilgisinin, yaşam tarzının- yerleşmesi için bu eski kültürel alışkanlıkların, değerlerin değişmesi gerekiyordu…

 

Şimdi önce,  kapitalizm altında üretici güçlerin gelişmesinin  ne anlama geldiğini görelim. Bu gelişmenin kendi zıttına dönüşmesini ve serbest rekabetin yerini tekelciliğin alışını ise daha sonra ele alacağız…

 

 



[2] Bütün bu konuları “Öğrenme” üzerine olan kitapta  (https://www.aktolga.de/z5.pdf) ele almıştık… Ayrıca, “Çok hücreli bir yapıda enformasyon işleme süreci ve evrim ( https://www.aktolga.de/ ) gene bu konuya ilişkindir: https://www.aktolga.de/t2.pdf

[3] İnstanz kavramını, bir sistemin merkezi varlığını temsil eden  karar mercii anlamında kullanıyoruz.

[4] “Herşeyin Teorisi…”   https://www.aktolga.de/z6.pdf   ,  https://www.aktolga.de/t4.pdf

[5] Bu konuları daha önce ele almıştık:www.aktolga.de 5. Çalışma; ayrıca daha sonra çıkan kitabımızda da konu bütün ayrıntılarıyla ele alınmış bulunuyor…  “Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimlerinin Esasları-Osmanlı’dan Bu Yana Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Diyalektiği” https://www.aktolga.de/z9.pdf

[6] Buradaki “kültür” kent-burjuva kültürüdür.

[7] Bizdeki “başkent’le” bunu kıyaslayınız, sadece bu bile  iki tarihsel gelişme çizgisi arasındaki farkı açıklamaya yeter!.Hiç aklınıza geldi miydi bugüne kadar „başkent“ nedir diye düşünmek?..

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar