Ceren KENAR

Hainler ve makbuller...
2.02.2015
2358

 Kemalizm seri ve verimli bir hain üretme makinasıydı.

Ve

tüm benzeri ideolojiler gibi, bunu kötülüğünden ve ahlaksızlığından

yapmıyordu, aksine ahlakına ve iyiliğine fazla güvendiğinden yapıyordu.

Kendini

bir ulusun kurtuluşu için yegâne yol olarak gören bir ideoloji üstü bir

inançtı. Bir kaderdi, Türkiye'de doğmuş her bireyin istese de istemese

de hüküm giydiği yegane kurtuluş reçetesiydi.

Tek çareydi, tek

kimlikti, tek yoldu. Bir seçim değildi, bir görüş de değildi. O yüzden

ona muhalefet de farklı veya karşı görüş kategorisinde değildi,

ihanetti. Dolayısıyla muhalifleri yoktu, hainler vardı.

Bu hainlerin yegâne günahı yanılıyor olmaları değildi. Satılmış insanlardı, kötülerdi. Ahlaksızlardı.

Mesele iyi ve kötünün savaşıydı, kavga ahlaklı ve ahlaksız olan arasındaydı.

İngiliz zabitleri ile flört eden paşa kızlarıydı onlar (bakınız: Yakup Kadri, Sodom ve Gomore)...

Vay Şerefsiz manşetini hak edenlerdi onlar...

Menfaat dışında bir şey gözetmeyen liboşlardı onlar...

Türkiye

Türklerindir logosu ile çıkan bir gazetede, AK Parti'nin bir Ermeni

vekilinin, bir diğer Kürt vekili ile aynı olduğu başlığı ile çıkan bir

mülakatı görünce, Türkiye'de Kemalist zihniyetin bu dogmatik zihin

yapısından bir adım ileri gitmemek konusunda epey kararlı olduğunu

gördüm. Epey üzülerek...

Türkiye'de muhalefetin siyasi

tartışmayı bir argümanlar dizisi üzerinden değil, aksine duygusal bir

dil üzerinden götürme ısrarına, “ya benimsin ya kara toprağın”

dikotomisi eşlik ediyor.

 

 

İşin vahimi, bu Kemalist görüş son yıllarda daha da keskinleşerek, marjinalliğe

iyice mahkûm kalıyor.

 

Tekrara düşmek pahasına, daha önce yazdığım bir yazıdan uzun bir alıntı ile bunu izah etmek lazım:

“Türkiye'de

seküler muhalefet bir kimlik krizi içinde. Klasik Kemalist söylemin

itibarsızlaşması, ahlaki ve entelektüel üstünlüğü mutlak kaybetmesi

üzerine, seküler entelijansıyada yeni bir söylem ihtiyacı ortaya

çıkardı. Gezi hareketinin beklenmedik popülaritesi ile bu söylem

ihtiyacı, “Gezi ruhu” olarak tanımlanan, belirsiz, içi boş, yarı-mistik

bir kimlikle giderildi. “Gezi ruhu” ile kastedilen bir ideolojik

duruştan ziyade, bir tür ahlakçılıktı aslında. Bu bakışa göre,

Geziciler, Türkiye'nin iyi ve vicdanlı yüzünü temsil ederken, Gezici

olmayanlar ya ahlaksız, kötü, vicdandan nasibini almamış insanlardı, ya

da kandırılmış lümpen kitlelerdi. “Göbeğini kaşıyan adam” kelimesi out,

“hüloğcular” in oldu. Eskiden AK Partiyi desteklediği için yandaş

olmakla itham edilen liberaller, AK Parti muhalifi olunca yandaş

kelimesini eski yoldaşları için kullanmaya başladı (bu arada yandaş

kelimesinin de bu döneme özgü olmadığı, Özal'ı destekleyen kamuoyu

önderleri için de “yağdanlık” kelimesinin kullanıldığı not düşülmeli.)

İktidar partisinin Türkiye'yi yönetmesinin iyi bir fikir olduğunu

düşünen kitle Gezi ile neredeyse şeytanlaştırıldı, o kadar ki bu kitle

Gezi'de hayatını kaybeden gençler nedeniyle “katil” olarak bile

tanımlandı.

Bu yaklaşım Gezi'den sonra derinleşerek devam

etti. 17 Aralık sürecinde “katiller” sıfatına bir de “hırsız”

eklenecekti. Türkiye'de muhalefet, ağır bir mağduriyet söylemine eşlik

eden romantize edilmiş bir apolitik “iyilik” hissini siyasi görüş olarak

belledi.

AK Parti seçmeninin oy verme davranışı, Türkiye'nin

içinde bulunduğu çetrefilli sorunlara yönelik çözüm önerileri ve hatta

Gezi olaylarına katılan farklı kesimlerin birbirinden farklı

motivasyonları gibi siyasetin asli sorusu olan konular böylesi bir

atmosferde gereksiz detaylar ve hatta konuyu aslından saptırmayı

hedefleyen unsurlar olarak görüldü. Asıl mesele bir kötülük timsali olan

AK Parti iktidarının yıkılması ve onu destekleyen çevrelerin bu ülkeden

sürülmesiydi (bu karikatür

http://www.yuksekovahaber.com/haber/leman-yandas-medyayi-gemiye-bindirdi-119953.htm

hükümete yakın isimlerin Türkiye'yi terk etmesi isteğini açık şekilde

dile getirmesi anlamında önemlidir.)

Bir nevi “iyilik devrimi”

olarak görülmeye başlanılan muhalefet bir ahlaki zorunluluktu artık.

Ancak bu “iyilik devrimine” ilişkin bazı içkin problemler de vardı. 1-

Devrim sonrası için bir yol haritası yoktu, AK Parti'ye yönelik

alternatif bir siyasi program üzerinde hiç durulmadı. 2- Bu “iyilik

devriminin” stratejisi pek de “iyi” değildi. Ahlaki üstünlük iddiasını

temel şiar yapan bir hareket muhalefet stratejisi olarak zaman zaman

siyasi ahlaka pek uymayan yollar da benimsedi. 17 Aralık'tan sonra

ortalığa saçılan tape'lerin iştahla kullanılması, manipülasyon ve

dezenformasyona sıklıkla başvurulması, kendilerini eleştiren

gazetecilere yönelik ağır itibarsızlaştırma ve linç faaliyetinin bir

siyaset yapma biçimi olarak görülmesi, bu ahlaki üstünlük iddiası ile

pek de bağdaşmayan unsurlar oldu.

Aslında bunu meşrulaştıran

bir mekanizma bu süreçte muhalefet tarafından üretilmişti. AK Parti ile

mücadelede, AK Partililere bu yöntem “mübahtı,” zira siyasi amaçları tam

da AK Partiye destek veren kişilerin zihniyetini yok etmek olmuştu. Bir

nevi “haşereleştirdikleri” siyasi hasımlarına bu tür normalde yanlış

görülecek muameleler reva idi. Yıldıray Oğur'un tabiri ile “fazla

duyarlılıktan faşistleşen” bir kitle ile karşı karşıyaydık artık.

Bu

bize özgü bir durum da değildi. Hannah Arendt'in Fransız devrimine

ilişkin yazılarından görüldüğü üzere aslında genel bir devrimci

ahlakının Türkiye günümüz koşullarına uyarlanmış hali idi. Robespierre

şahsi hiçbir çıkarı ve ihtirası olmayan bir devrimci olarak, bir mutlak

iyi model olarak sunuluyordu/ Fransız devriminin amacı ise siyasi güç

elde etmek olarak değil, yeryüzünde mutlak iyiyi hükümdar kılmak olarak

görülüyordu devrimciler tarafından. Vicdan ise en yüksek siyasi erdem

olarak görülüyordu. Arendt'in tespit ettiği gibi vicdan kavramı aslında

anti-siyasi bir tutumdu. Bunun da ötesinde bu kavram insanları

birleştirirken aynı zamanda bölüyordu da.

Türkiye'de vicdan

kelimesi bölücü bir enstrüman olarak kullanılmaya başlandı. Gezi

entelijansıyası vicdanlı, güzel insanlara seslenirken, aslında vicdansız

ve çirkin insanlarında kim olduğunu belirliyordu.

Bu anlamda

siyasi yönü olmayan trajik hadiselerde bile “çelişkiler

keskinleştirildi.” Örneğin Zülfü Livaneli'nin Özgecan Aslan cinayeti

üzerine yazdığı şu satırlar bize bu zihin yapısının kodlarını

sunmaktadır: “Katilin resmini gördünüz mü? O korkak, sinsi, yalancı, her

türlü melaneti işlemeye hazır bakışlar dikkatinizi çekti mi? O yaratığı

hangi kültür yetiştirdi acaba? Söyleyin hangi kültür yetiştirdi? O

yaratık Nazım’dan bir şiir mi ezberledi, Yaşar Kemal’den bir öykü mü

okudu, lirik bir Anadolu türküsü mü dinledi, geleneksel Anadolu

terbiyesine göre büyük küçük hatırı bilerek mi yetişti; onca

suçladığınız Gezi gençliğinden miydi; hayır, bin kere hayır, yemin

ederim hayır!” Gezi gençliği olmayan kitleden, cahil, korkak, sinsi,

yalancı, ve hatta tecavüzcüler çıkarken, Gezi gençliği ahlaklı ve

aydınlık yüzümüzdü.

“Güzel insanların kötülüğe karşı direnişi”

ise bu kişilere göre Türkiye'de muhalefetin siyasi programını teşkil

ediyor. “Ortak düşmana” karşı bir “ahlaki savaş” içinde olan muhalefet

her fırsatta bileniyor, kendi saflarını sıkılaştırıyor. Bu görüşün

sığlığı, bu söyleme içkin sınıfçılık ve "kerameti kendinden menkul"

üstünlük duygusu bir yana, bu strateji muhalefeti keskinleştirirken,

iktidarın yanındaki kitleyi (yani çoğunluğu da biliyor). Muhalefeti,

kendi kimliğini yok etmeye yönelik bir çaba olarak gören AK Parti

destekçileri, en az muhalefet kadar keskin bir şekilde kendi partilerine

sarılıyor.

On yıllardır Kemalist sistem tarafından dışlanan,

iktidarın nimetlerinden de hasımlarının zannettiği kadar yararlanmayan

AK Parti kitlesi ise kendilerine yöneltilen bu nefretin sebebini kendi

kimliklerinde gördü. Bir twitter kullanıcısının bana yazdığı,

“varlığımızı bile bir tehdit görüyorlar” cümlesi bu hissiyatı sarih bir

şekilde açıklıyor.

Sonuçta iki tarafta da normalde o tarafın

destekçileri için kabul edilemez siyasi hatalar affedilebilir

mertebesinde görülüyor. Bir varoluş savaşında, ayrıntılar

önemsizleşiyor. Çelişkiler keskinleşirken, saflar içindeki farklı

görüşler flulaşıyor. İki cephe de birbirinden uzaklaşırken, kendi içinde

sorgusuz birleşiyor.

Burada makalenin ilk maddesine gidiyoruz.

 

Türkiye'de

yaşanan bir %50'liler mücadelesi değil. Muhalefet kendisini %50 olarak

gösterdiği ilüzyona bir yerden sonra kendisi de inanıyor ki, bu taktik

ile kazanabileceğini sanıyor.

Oysa ki sonuçta Türkiye seçimlerle belirlenen bir siyasi sistem üzerine kurulmuş olduğundan, çoğunluk olan kamp kazanıyor.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar