Umut ÖZKIRIMLI

Umut ÖZKIRIMLI
Umut ÖZKIRIMLI
Tüm Yazıları
'İnsanlık krizi' ve imkansız seçimler
18.04.2018
1050

 Ünlü Fransız yazar ve düşünür Albert Camus, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından bir dizi konuşma yapmak üzere ABD’ye çağrılır. Kendisinden istenen, uzmanlık alanları olan edebiyat, tiyatro ya da felsefe üzerinden dönemin Fransası’nı anlatmasıdır.

Camus ise edebiyat ya da felsefe üzerine konuşmayı reddeder, çünkü – kendi ifadesiyle – bunlar sadece temel bir sorunun, yaşam ve insanlık adına verilen mücadelenin, yansımalarıdır.

28 Mart 1946’da Columbia Üniversitesi’nde verdiği “İnsanlık Krizi” başlıklı konuşma Fransa’nın perspektifinden bu mücadeleyi anlatır. Fransız halkına göre savaşın sona ermesi insanlığa yönelik tehdidin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir.

Camus’ye göre bu tehdit, ahlaki çöküşten kaynaklanan bir “insanlık krizi”dir ve ancak alternatif bir insanlık ideali yaratılarak ortadan kaldırılabilir.

Camus, “canavarca bir ikiyüzlülük” olarak nitelendirdiği söz konusu ahlaki çöküşü anlatmak için dört kısa hikaye anlatır.

İlk hikaye bir Avrupa başkentinde, Gestapo’nun el koyduğu bir apartman dairesinde geçer. Suçlanan iki kişi, bütün gece süren sorgu ve işkencenin ardından kanlar içinde elleri bağlı bir şekilde kendilerine geldiklerinde apartmanın kapıcısıyla karşılaşırlar.

Kapıcı, muhtemelen güzel bir kahvaltının ardından keyifle gündelik rutin işlerini yapmaktadır. Kapıcı, işkence görenlerden biri kendisine çıkışınca ona öfkeli bir şekilde karşılık verir:

"Ben kiracılarımın işine karışmam!"

İkinci hikayede Camus üçüncü sorgusuna götürülmek üzere hücresinden sürüklenerek çıkarılan bir arkadaşından bahseder. Gördüğü işkence yüzünden kulakları parça parça olan arkadaşının kafası bandajlar içindedir.

Onu sürükleyen Alman subay ise daha önceki iki sorgulamayı yapan, dolayısıyla arkadaşının kulaklarını parçalayan kişidir. Buna rağmen subay eğilir, şefkatli ve kaygılı bir sesle sorar:

"Kulakların nasıl?"

Üçüncü hikaye, William Styron’un birçok ödül kazanan, daha sonra filmi de çekilen Sophie’nin Seçimi adlı romanının esin kaynağı olmuştur. Yunanistan’da direnişçilere karşı yapılan bir operasyon sonucu üç erkek kardeş rehine olarak ele geçirilir.

Operasyona katılan subaylardan biri tam üç kardeşi infaz edecekken yaşlı anneleri subayın ayağına kapanır ve çocuklarını bağışlamasını ister. Subay, anneye sadece bir çocuğunu kurtarabileceğini söyler, ama bir şartla.

Hangi çocuğunu kurtaracağını anne seçecektir. Anne, bir ailesi olduğu için en büyük oğlunu kurtarmayı seçer; diğer iki çocuk ise subayın istediği gibi infaz edilir.

Dördüncü hikayenin kahramanları ise içlerinde Camus’nün arkadaşlarından biri de olan bir grup kadın direnişçidir. Yakalandıktan sonra İsviçre üzerinden Fransa’ya gönderilen kadınlar, İsviçre topraklarına girdiklerinde bir cenaze töreniyle karşılaşırlar.

Kadın direnişçiler töreni görünce bir anda kahkahalar atmaya başlar. Etraftakilerin şaşkın bakışları altında tepkileri “Demek burada ölülere böyle davranılıyor” demek olur.

Camus bu dört kısa hikayeyi, “bu yaşanan bir insanlık krizi midir?” sorusunu basit bir “evet” cevabıyla geçiştirmemek için anlattığını söyler.

Yazara göre “yaşanan bir insanlık krizidir, çünkü bir insanın ölümüne ya da ona işkence edilmesine şefkatli, dostça bir kaygıyla, bilimsel bir ilgi ile ya da sadece kayıtsız kalarak, pasif olmayı seçerek yaklaşmayı mümkün kılan bir dünyada yaşamaktayızdır.”

Aradan 70 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen çok da farklı bir dünyada yaşadığımız söylenemez.

Açıkça “Rengimizin ... başka renklerle karışmasını istemiyoruz” diyebilen, ülkede çok az sayıda göçmen bulunmasına rağmen tüm seçim kampanyasını yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerine kuran Orbán’in ezici bir çoğunluğun oyuyla üçüncü kez iktidara geldiği Macaristan’a dünyanın tepkisi “kulağın nasıl?”dan öte olmuyor mesela.

Irkçı-milliyetçi nitelikleri tartışma konusu bile olmayacak siyasi aktör ve hareketlere steril, hatta olumlu tınılar taşıyan “popülist”, “yerliliği savunan” (nativist) gibi sıfatlar yakıştıran, dünyanın farklı bölgelerinde katliamlar, soykırımlar yaşanırken “liberal olmayan demokrasi olur mu?” gibi ikincil sorulara mesai harcayan medyanın ya da akademik dünyanın yaklaşımı ise kadın direnişçilerin “Demek burada ölülere böyle davranılıyor” tavrından öteye geçmiyor.

Meşruiyeti tartışmalı seçimlerde de olsa bu liderleri destekleyen çoğunluklara laf söylenmiyor. Söyleyenler ise işkence görmüş tutuklularla ilgilenmek yerine rutin işleriyle ilgilenmeyi tercih eden kapıcının arsız, öfkeli tavrını aratmayan tepkilerle karşılaşıyor.

“Elitist” damgası yiyor (bu eleştirileri yapanların çoğunun elitlerin siyasi tercihlerinden de haz etmediği göz ardı edilerek); çoğunluğun endişelerini anlamamakla suçlanıyor.

Gidişatın kötü olduğu görülse bile kayıtsız kalınıyor; pasif kalmak risk almaya tercih ediliyor. Murat Sevinç’in yoğun gündem arasında hak ettiği ilgiyi görmeyen “Mesela, zahmet buyurup bazı şeyleri protesto edebilirsiniz...” başlıklı yazısında dile getirdiği gibi, çoğu zaman “neden” sorusu bile sorulmuyor.

Basit, “risksiz” eylemlerle (taksicilere kızıyorsak bir süre taksiye binmemek; plansız yapılaşmadan rahatsızsak AVM’lere gitmemek; akademisyenleri işten atan, soruşturmalarla baskı altına alan üniversitelerin düzenlediği etkinliklere katılmamak, vb.) tepki gösterilmiyor.

Ve “subay” tarafından seçime zorlananlar, imkansız seçimi reddetmek yerine günü kurtarmayı seçiyor.

Güçlüden yana taraf oluyor, çünkü Camus’nün konuşmasında da belirttiği gibi, ahlaki çürüme kılcal damarlara kadar yayılınca geriye kalan tek değer “iktidar” oluyor.

Seçim, adil olanla adil olmayan arasında olmaktan çıkıp “sahip” ile “köle” arasında taraf tutmaya dönüşüyor. Böyle olunca da güçlü olan haklı oluyor – kapıcı, işkence yapan, infaz eden Alman subay.

Büyük “insanlık krizi” de sürüp gidiyor...

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar