Halil BERKTAY
[14 Eylül 2020] Birkaç gün önce, Ege ve Akdeniz’de tırmanan gerginlik ortamı bağlamında, TBMM Başkanı Mustafa Şentop Fransa’ya karşı bir demeç verdi. Daha doğrusu bir tweet attı. Satırbaşlarıyla şöyle dedi:
* Yakın tarihte askeri başarınız yok.
* Kazandığınız tek zafer, Afrika’da mızrakla savaşan ordusuz insanlara karşı.
* Tarihte başarılı komutanınız Napolyon. O da zaten Fransız değil.
* Biz Türkiye’yiz, ders vermek isteyene dersini veririz.
Güncel dış politika meselelerine hiç girmeyeceğim. Oralarda Yunanistan’ın da, Fransa’nın da yanlışları, tek-yanlılıkları var. Ama beni burada daha çok, haklılığı ve haklılığın da ötesinde üstünlüğü tarih üzerinden, tarihsel sataşma ve lâf sokuşturma yoluyla sağlama çabası ilgilendiriyor.
Ne Fransızcıyım, ne Napolyoncu, ne Atatürkçü, hattâ ne de Türk milliyetçisi. Sade bir vatandaş ve vatandaş-tarihçiyim. Sırf bu sıfatla sormak istiyorum: Bu çok doğru ve sağlıklı bir yöntem mi? Bir, geçmişe bu tür göndermeler, mevcut sorunları çözmeye mi, keskinleştirmeye mi yarar? İki, başkalarının tarihini küçümseyip aşağılamanın sonu nedir? Kendi tarihinin Batı-merkezcilik çerçevesinde küçümsendiği ve aşağılandığından şikâyet eden Türkiye, dengeyi bu yolla mı kurmaya çalışmalı? Zira üç, böyle bir çekişme ve rekabete girilirse, Türkiye hep kazanır ve “öteki”lerimiz, meselâ Fransa, hep okkanın altına mı gider? Dört, tarih yarıştırırken — başka ne diyeceğimi bilemiyorum — illâ savaşa ve fütuhata mı öncelik vermeli?
Hepsinden hayli şüpheliyim doğrusu. En basiti, bazı olgusal itirazlarım var, Meclis Başkanı Sayın Mustafa Şentop’un söylediklerine. “Yakın tarihte askerî başarınız yok” dendiğinde, bu “yakın tarih” nereden başlıyor olmalı? İkinci cümlede Afrika’daki sömürge savaşlarına atıfta bulunulduğuna göre, 19. yüzyıl sonlarını ve dolayısıyla 20. yüzyılın tamamını içeriyor sanırım.
Ki bu takdirde 1914-18 de girer, bu “yakın tarih”in kapsamına. Ama o zaman iş değişmiyor mu biraz? Birinci Dünya Savaşı’nın ağırlık merkezini teşkil eden Batı Cephesi’nin yükünü çok büyük ölçüde Fransa taşıdı. Alman orduları 1914 Ağustos’unda kuzeyden Fransa topraklarına girdi ve 11 Kasım 1918 ateşkesine kadar, yani dört küsur yıl çıkmadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki, İttihatçıların yenilmez sandığı Alman ordularını önce 1914 sonbaharının Marne Muharebesinde durdurmanın, sonra biraz kuzeye ittirip siper savaşlarına gömmenin, nihayet (İngiliz ve Amerikalılarla da birlikte) Hindenburg Hattını yarıp teslim olmaya zorlamanın şerefi, öncelikle Fransa’ya aittir. Çok da ağır bir bedel ödediler bu uğurda. 39 milyon nüfusuyla Fransa, o zamanki adıyla Büyük Savaş’ta 8.1 milyon vatandaşını silâh altına aldı; 1.3 milyonu aşkın asker ve 600,000 sivil ölü verdi. (Buna karşılık Osmanlı şehitleri 325,000 asker ama 2 milyon sivil kadardır — büyük ölçüde kıtlık ve açlık ile bir de kolera, tifüs, çiçek vb salgınları hem askerden çok götürdü, hem sivil kayıpların diğer ülkelere göre hayli yüksek olmasına yol açtı.)
Daha da basiti, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa (= onlar?) kazandı, Osmanlı devleti (= biz?) kaybetti(k). Ayrıca Türkiye’nin de Millî Mücadele dışında büyük zaferlerinden söz edilemez 20. yüzyılda. Sonuçta, hem savaşların giderek azaldığı, hem büyük savaş tekelinin giderek bir avuç Büyük Devlette yoğunlaştığı, onlardan da büsbütün daralıp iki (şimdi üç) süper devlete geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Maddî-teknolojik kısıtlar böyle bir çerçeve çizerken, kötü niyetli, İslâmofobik ve Türkofobik bir Fransız tutup “siz de sırf Kürtlerle savaşabiliyorsunuz” dese nasıl karşılarız? Öyleyse Fransız askerine ve askerî tarihine bu kadar dudak bükmemek daha mı iyi olur acaba?
Geçelim; benim asıl takıldığım, Sayın Şentop’un üçüncü sıradaki “Tarihte başarılı komutanınız Napolyon. O da zaten Fransız değil” cümlesi. Tabii burada Napolyon’un Korsikalı olmasına atıfta bulunuluyor; o sırada (ve bugün) Korsika adası Fransa’ya ait olsa da, baba tarafından Toskanyalı ve anne tarafından Cenovalı birer küçük İtalyan soylu ailesinden gelmesi, Fransız olmadığı şeklinde yorumlanıyor. Problem şu ki, bu suretle millî aidiyet kültüre ve bilince bağlanmak yerine çok dar anlamda etnik kökene indirgeniyor. Fransız (milletine ait) sayılmak için kültürleşmişlik yetmiyor; illâ etnik Fransızlık koşulu aranıyor. Fakat bu, millete ve milliyetçiliğe yaklaşımda çok tehlikeli bir ölçüt. Hele uzak ve yakın Türkiye tarihinde, en az iki açıdan sorun yaratabilir gibi duruyor.
Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’na tosluyor. Yani hem Osmanlı hanedanının karmaşık cinsel politikalarına, hem devşirme sistemine, hem bir bütün olarak toplumun çok-dinli, çok-mezhepli, çok-etnili karakterine tosluyor. Net olalım: Osmanlı İmparatorluğu bir Türk ulus-devleti olmaktan çok ama çok uzaktı. Bu, kendi çağının ölçüleri içinde onun zaafı değil gücü sayılır. Çok çeşitli etnik-dinî kesimleri hanedana sadakat temelinde ve emperyal bir kültür içinde bir arada tutabiliyor; hepsinin kaynakları ve yeteneklerinden görece meritokratik bir şekilde yararlanabiliyordu. Ama tabii başka bir kötü niyetli, İslâmofobik ve Türkofobik Fransız pekâlâ şöyle bir şey de diyebilir, olayı anakronistik biçimde milletler ve milliyetçilik çağına taşıyarak: “Sizin de sultanlarınız etnik Türk mü sanki? Birçoğunun öz annesi Hıristiyan; ayrıca etnik Türk olmayan genleri nesilden nesile çoğalıyor. Vezirleriniz, sadrazamlarınız deseniz, hele en iyileri, en ünlüleri hep devşirme. En büyük bazı mimarlarınız da öyle. Türkler ise Sarayın ve İstanbul’un gözünde geri ve ilkel bir etno-sosyal gruptu; etrâk-ı bî-idrak diye anıldıkları oluyordu.” Tarihsel realizm ölçüleri içinde, bunların hepsinin cevabı var. Zaten yukarıda işaret ettim. Ama Napolyon’u Fransız saymayan bir anlayışla cevap vermeye çalışmak nasıl olur/du acaba?
İkincisi, bu etnik-indirgemeci anlayış modernite öncesinden moderniteye geçişte milletlerin hangi karışımlardan, ne gibi sentez süreçleriyle oluştuğunu dikkate almıyor. Yeniçağ dahil, bütün geleneksel tarım toplumları son derece heterojendir aslında. Yerellikler öbek öbektir. Farklı konuşur, farklı giyinir, farklı dövüşürler. Kendilerini tek bir “vatan”ın değil, farklı “memleket”lerin “hemşehri”si olarak tanımlarlar. Birçok durumda, bu çeşitli taşraların üzerinde merkezî bir idare bile daha yeni teşekkül etmektedir (Korsika’nın Fransa’ya ilhakı gibi). Siyasetin bir adım ötesine geçtiğimizde ise, henüz tek ve birleşik bir ekonomik alan (ortak bir millî ekonomi) yoktur; ortak bir eğitim-öğretim yoktur; ortak bir yazı dili yoktur; ortak bir askerlik yükümlülüğü yoktur; ortak bir millî ordudan da söz edilemez.
Tersten söylersek; bu tek ve birleşik merkezî devletin, ordusunun, kışlasının, yolları ve demiryollarının, ekonomisi ve kamusal alanının, okullarının, gazete ve dergilerinin, kültür ve sanatının, “herkesin” okuduğu edebiyatının, sözkonusu müfredat, matbuat ve edebiyat aracılığıyla üretilen ve edinilen “ortak tarih”inin teşekkülüdür ki, bütün o parça parça yerellikleri bir millete dönüştürür. Bu bir “doğa” (nature) değil bir “kültür” (culture) veya “beslenme, yetiştirilme” (nurture) sürecidir. Türklük, Yunanlılık, Fransızlık veya Amerikalılık “kanında,” daha doğrusu genlerinde değildir kimsenin. Fransız milleti, Ortaçağda az buçuk şekillenen “altıgen”in kapsadığı eyaletlerin, köylülerinin, lehçelerinin, ağızlarının, alt-kültürlerinin adım adım kaynaştırılıp Fransızlaştırılmasıyla oluşur. Eugen Weber’in Peasants into Frenchmen (1976; Köylülerden Fransızlara) başlıklı kitabı, bu dinamiklerin ancak 19. yüzyılda nasıl tamamlanabildiğine işaret eder. Aradaki fark: Fransa’nın sabitlenmiş bir coğrafyası vardır ama Türkiye’nin yoktur, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla giderken. Türk milleti, değişen ve küçülen bir coğrafyada, imparatorluğun adım adım yitirilmekte olan dış eyaletlerinden kaçıp elde avuçta kalan biricik mekâna, Anadolu’ya sığınan Girit ve Balkan muhacirlerinin, Kafkas muhacirlerinin, Arap muhacirlerinin… yeni devletin çok daha aktif rol oynadığı yukarıdan aşağı uygulamalar çerçevesinde yerel nüfusla karışıp kültürleşmesi sayesinde oluşur. Millî Mücadele’de savaşan subay kadrolarının yüzde 70’inin de doğum yeri (vatanı değil, memleketi!) Misak-ı Millî sınırlarının dışındadır. Bükreş’tir, Sofya’dır, Manastır’dır, Dimetoka’dır, Kavala’dır, Şam’dır, Halep’tir, Lâzkiye’dir. Ve tabii Selânik’tir. İlelebet kayıptır buraları, kâh 1913, kâh 1918 sonrasında. (Esasen bu yüzden, Türk milliyetçiliği görece coğrafya odaklı değil, görece tarih-efsane odaklı bir ideolojidir. Öyle olmak zorundadır.)
Özetle: Yeni doğmuş bir bebeği, isterseniz Afrika veya Amazon yağmur ormanından alıp Kanada’nın kuzeyine götürerek bir Inuit kabilesi ve ailesine teslim edin; artık İnuit olarak büyük ve İnuit kimliği edinir. Fakat tabii milliyetçi ideoloji, sosyoloji ve antropolojinin bu serinkanlı tesbitlerinden hiç hoşlanmaz. Tersine, milleti ve milliyetçiliği sürekli doğallaştırmaya, natüralize etmeye çalışır. Türk milliyetçiliğinin kurucularından Ömer Seyfettin’e göre, eğer Türksen Türk gibi duyar, düşünür ve davranırsın. Oysa pratikte tam tersi geçerlidir. Çocukluğumuzdan itibaren Türk gibi düşündürülerek, hissettirilerek, davrandırılarak, törenleştirilerek, sosyalleştirilerek… Türkleşir, Türk olmayı öğrenir, sonuçta Türk oluruz.
Savaş ve barış, devrim ve karşı-devrim, önemli ek faktörlerdir kuşkusuz. Uluslaşma süreçleri görece normal, görece barışçı dönemlerde de yukarıda anlattığım gibi ilerler. Ama büyük altüst oluşlar milletleşme veya uluslaşmayı büsbütün hızlandırıcı bir etki yapar. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki, gevşek ve yarı-feodal, dış sınırları dahi henüz yeni katılaşmakta olan Fransa’da patlak veren Büyük Devrim, derebeylik kalıntılarını silip süpürür. Paris halkı birleşip Bastille’i zapteder. Viyana’ya kaçıp oradan geri gelmeye çalışan aristokrasiye karşı 1792’de vatanı savunmak için harekete geçen devrim orduları içinde, Marsilya Gönüllüleri’nin söylediği, dolayısıyla bugüne dek Marseillaise diye anılan bir marş, “Kalkın, vatan evlâtları… Fransızlar… vatandaşlar, silâh başına!” çağrısıyla gönülleri fetheder ve yeni doğan milletin marşı, Fransa’nın millî marşı haline gelir. Napolyon Bonapart da bu çalkantı içinde bir yıldız gibi parlayıp yükselir. İlk Fransızlaşmasını eğitim yoluyla yaşar. Yazıldığı subay okulundan topçu teğmeni çıkar. İlk gençliğinin Korsika milliyetçiliğini çok çabuk geride bırakır. Dört elle devrime sarılır. Toulon limanının İngilizlerden geri alınmasını planlayıp yönetir. Taktik ve stratejik dehası herkesçe farkedilir. Robespierre’in kardeşi üzerinden Jakobenlerin gözüne girer. 24 yaşında general olur. 1804’te kendini “Fransızların İmparatoru” ilân eder. Ordularını zaferden zafere taşır. Mondovi. Borghetto. Castiglione. Mantua. İskenderiye. Piramitler. Marengo. Ulm. Austerlitz. Jena-Auerstedt. Wagram. Borodino. Hepsi sıralanır, Paris’in göbeğindeki Arc de Triomphe’un, Zafer Tâkının iç yüzeyinde. 1812’ye gelindiğinde, neredeyse bütün Avrupa onundur. Sonra yenilir, esir düşer. 1821’de Saint Helena adasında ölür. Nâşı 1840’ta Fransa’ya getirilir. 1861’de Les Invalides’de kendisi için özel olarak hazırlanan anıt-mezara defnedilir.
Bugün Fransa halkının kafasında, bırakın Napolyon’un Fransız olup olmadığını, gelmiş geçmiş en büyük Fransızın kim olduğu konusunda da en ufak bir şüphe yoktur tarihte. Tıpkı, Türkiye halkının kafasında, gelmiş geçmiş en büyük Türkün kim olduğu konusunda da en ufak bir şüphe olmadığı gibi. Oysa unutmayalım, Mustafa Kemal’in de aslında etnik Türk olmadığına dair iddialar eksik olmamıştır geçmişte. Selânikli olmasından hareketle dönme diyenler olmuştur. Bu konuda epey araştırma yapılmış, araştırmasız rivayetler de dolaşıma sokulmuş, öyle veya böyle epey mürekkep tüketilmiştir. Benzer iddialar Cumhuriyet döneminin pek çok ünlü ismi için de öne sürülebilir ve sürülmüştür.
Mikro detaylar da önemlidir kuşkusuz. Bilmek gerekir. Fakat makro planda, tarihte ne yaptıkları açısından baktığımızda, ne önemi vardır, ister Mimar Sinan’ın, ister Atatürk’ün, dar etnik kökeninin ne olduğunun? Biri 16. yüzyıl Osmanlı bürokrasisi içinden yetişmiş, emperyal bir medeniyeti tevarüs etmiş, o kültürün anıtsal mimarisinin en büyük eserlerini vermiştir. Diğeri bu sefer modernleşen geç dönem Osmanlı ordusu ve bürokrasisi içinde yetişmiş; imparatorluğun çöküş sarsıntıları içinde pişmiş; bu süreçte vücut bulan Türk milleti içinde kendisi de daha yüksek ve daha yoğun Türklüğünü bulmuş; giderek geliştirdiği bu vizyonla felâketten çıkış arayışlarında yer almış; Jön Türk Devrimi, Balkan Savaşları ve Seferberlikte liderlik, örgütçülük ve komutanlık yeteneklerini ispatlamış; sonunda Millî Mücadele’ye ve Cumhuriyet’in kurulmasına önderlik etmiştir. 1934’te TBMM tarafından kendisine Atatürk soyadı verilmiştir. Bugün kendisi için yaptırılan Anıt Kabir’de yatmaktadır.
Napolyon Bonapart ve Mustafa Kemal Atatürk, iki zirve ismidir Fransa ve Türkiye tarihinin. Beğenelim beğenmeyelim, bu objektif bir gerçektir. Biri Fransız Devriminin fırtınası içinde, diğeri Jön Türk Devrimi ve Kemalist Devrimin fırtınası içinde, tartışılmaz, karşı durulmaz önderlik konumlarına yükselmiştir. Bunlar aynı zamanda katastrofik, kataklizmik uluslaşma süreçleridir. Birinde Fransız milleti ve bir Fransız olarak Napolyon’un tarihsel kişiliği, hem vücut bulmuş hem milletince benimsenmiştir. Diğerinde Türk milleti ve bir Türk olarak Mustafa Kemal’in tarihsel kişiliği, hem vücut bulmuş hem milletince benimsenmiştir.
Budur, tarihin bizi getirdiği nokta. Mustafa Kemal ne kadar Türkse, Napolyon da o kadar Fransızdır. Konjonktür ve kısa vâdeli polemikler uğruna bazı silâhları çekmemek, bazı taşları atmamak gerekir.
Yazarlar
-
Hakan TAHMAZYeni çözüm süreci komisyonuna dair 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazBöyle mahkemenin hükmüne adalet denir mi? 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Taha Akyol‘Karamsarlık yaymak’ 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUTürkiye terörsüz olacak, bölünmeyecek.. Amenna.. Ya Suriye’den gelecek tehdit? 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİSon vatanı Türkiye olanlar ilk vatanı Türkiye olanlara vatanseverlik dersi veremez 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUŞakülünden çıkmış bir ülke: Türkiye 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞŞimşek, ÖTV, cari açık ve gümrük birliği 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİYargıda yine mi temizlik başlamış? 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasBakü ve Erivan başardı, Türkiye kazandı 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIR'Yeni Türkiye'de umudu yalnızca 51 kişilik komisyona bırakmalı mıyız? 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNZengezur’a Trump kaması: Kime niyet kime kısmet? 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan Özkanİsrail ordusu, Gazze’de ekilebilir arazileri de sıfırlıyor 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURÜzgünüm, kimse Türkiye’yi bölmek istemiyor 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞKOMÜNİST BİR YAZAR VE“İKİ KADIN İKİ AŞK…” 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA15 Ağustos Toplumsal Devrime Giden Yol... 11.08.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanDevleti yönetenler milletlerine güven vermek istiyor olsaydı… 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilYolsuzluk: Çürümenin Kurumsallaşmış Hali 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNE“Norm Devlet” üzerinde 19 Mart gölgesi 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRBU KOMİSYON NE ÇÖZER? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunÖzlemek ne uzun bir mesafe, Dersim… 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayBir dönüm noktasında mıyız? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezTeo-politik inşaya karşı dinsel bireycilik: İtaat mı? İtiraz mı? 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKYeni Süreç, korkular ve umutlar 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENSüreç Olmasaydı 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUSiyaset CHP’siz, CHP siyasetsiz olmaz 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluGeri dönülmez çözümde son düzlük... 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçKürt sorunu, komisyon ve Marx… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÇeteler çağı ve muhteşem çöküş… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanAK Parti kendini nasıl bu hallere düşürdü… 8.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞAdemimerkeziyet: Dikey güçler ayrılığı ya da paylaşımı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraÇağdaş Türkiye 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluKalorifer kazanından rektör danışmanlığına ve öğretim görevliliğine uzanan yol: Sahte diplomaya ne g 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “İmralı’da Bir Mahkûm” 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTUtanmazlığın ve Çürümüşlüğün Belgesi: Sahte Diploma Skandalı 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİsa’nın takipçilerine sığınan Muhammed’in takipçileri 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERİki öncü şirkete nasıl sızıldı: Denetimsizliğin çürüttüğü devlet 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜR‘Dijital devlet’ işgali: Girilmedik kurum yok! 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEKaş yaparken göz çıkarmak 6.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezEkonomiyi düzeltmekle iş bitmez 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNKalemşörler ve Çubuk Ustaları da Silah Bıraksın! 5.08.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciÇürüme! 4.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPartiler ve toplum nereye gidiyor? 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBatı, Türkiye, ulus-devlet: Vazgeçmenin fırsatları ve riskleri 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın korktuğu başına geldi 3.08.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRKomisyon hayırlara vesile olsun inşallah… 2.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYAzerbaycan ile Rusya arasında savaş çıkar mı? 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSüreç ya da Çözüm Komisyonu 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUKötülük durur durur, seni de vurur! 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSuriye’de istikrarı sağlamak mümkün mü? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENBeyaz Toroslu savcı olayına iktidar nasıl bakıyor? 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANTartışmayı kazanmaktan önce becermek gerek 21.07.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYABeşiktaş düzene karşı çıktı: Sessiz devrimin adı olacak 19.07.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerULUSAL KİMLİK DAVASI 18.07.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTaşıyıcı koalisyonlar ve ormanın içindeki CHP 17.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENKürt ulusunun kavgasında bir sosyalist lider 13.07.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞDemirtaş’a Kobane mahkumiyeti: Gerekçedeki “10 kusurlu hareket” 28.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024