Murat Sevinç

Fikri Sağlar’a yönelik tepkinin içeriği ve muhalif siyasetçiye birkaç basit soru…
1.01.2021
1331

 Bizlerin çalışma alanlarıyla bugüne dek herhangi bir teması olmamış, olması gerekmeyen, ancak hep işittiği kavramların tarih ve içeriğini merak eden okura yönelik bir yazı dizisi sürdürmeye çalışıyorum birkaç aydır. Hükümet sistemleri ve demokratikleşme süreçlerine dair. Dizideki yazıların bir kısmı, Osmanlı-Türk modernleşme tarihinde ‘laikleşme’ yönünde atılan bazı adımları hatırlatmaya yönelikti.

12’nci yazının başılığı, “Türban yasakları nasıl tartışılmıştı?” idi ve bugünkü yazının konusunu doğrudan ilgilendiriyordu. Buraya bırakıyorum.

Yazının derdi çok basitti: Biz ne üzerine konuşuyoruz? Laikliğe ilişkin tartışmaların odağında, ‘bir inancın gerekleri mi’ yoksa ‘laik/seküler hukuk kuralları mı’ var?

Türkiye’de uzun yıllar tanık olduğumuz ‘şey’in niteliği, ‘tartışma’ değil, ‘kavga’ sözcüğünü hak eder. Tartışmak için öncelikle tartışılacak konunun ait olduğu dünyanın kendi kavramlarını dikkate almak, bunun için de ‘konu’nun içeriğine karar vermek gerekir. Bu yapılmazsa ne olur? Bugüne dek ne olduysa o! Herhangi bir sorunumuzu olması gerektiği gibi ele almamış, siyasal sorunları anayasa sorunu zannetmiş ve bıkıp usanmadan anayasa metinleri üzerine tartışıp bir adım yol alalamış oluruz.

Sırayla:

Tartışma, yıllarca yazılarını okuduğum saygın bir siyasetçi Fikri Sağlar’ın, bir TV kanalındaki ifadeleri nedeniyle çıktı. 2010’dan bugüne TV’de tek bir tartışma programı dahi seyretmediğim için ne söylediğini bilmiyordum, Neyse ki hemen sonrasında bir açıklama yayınladı. Sağlar’ın açıklamasındaki bazı çıkarımlara ve tercih ettiği sözcüklere katılmıyorum. Özellikle başörtüsü-türban ayrımı ve bunun üzerinden 1990’larda kalması gereken değerlendirmeler yaptığı kısımlara.

Yargıdaki kadrolaşmayı eleştirirken (artık bu iddialara kargalar gülmüyordur herhalde!), bunun söz konusu ayrımlar ve Sağlar’ın tercih ettiği üslupla yapılmaması gerektiği kanısındayım. Ancak Fikri Sağlar, ne kadar katılmazsam katılmayayım eninde sonunda, mealen, ‘şu koşullarda eğer yargılanırsa türbanlı bir hâkimin kendisi hakkında adil bir karar vereceği konusunda kuşkuları olduğunu’ dile getirmiş. Özü bu.

Demek ki ortada bir ‘endişe’ ve ‘kanı’ var.

Burada iki seçenek var: Ya ”Eğer böyle bir endişe varsa, gerekçeleri üzerine konuşulmalı”, ya da ”Kapa çeneni” demeli! Türkiye’de hemen her zaman ikinci seçenek tercih edilir, çünkü ilki asgari iyi niyet ve uygarlık emaresi gerektirir.

Yıllar önce üniversiteye türbanla girmeye çalışan genç kadınlara yönelik tavır ve dil, bugün daha şiddetli haliyle Fikri Sağlar ya da benzer yönde düşünenlere yöneliyor. Memleketimizde yaygın faşizan tavrın içeriği değişir, şekli konusunda ise eşsiz bir istikrar vardır. ‘Doğru düşündürme ve düzgün hissettirme’ memurları hiç eksik olmaz.

Konu ne? Yargı mensubu kadınlar türban kullanabilir mi kullanamaz mı? Eğer kullanılırsa bu durum hâkimin/yargılamanın ‘yansızlığı’ açısından sorun olur mu olmaz mı?

Sorulara ilişkin, konuya anayasa/hukuk alanından bakanlar ile siyasetçilerin vereceği ya da vermek isteyeceği yanıt elbette farklı olur. İktidar söylemiyle ilgilenmiyorum, ne diyecekleri belli. Muhalefetteki siyasetçiler, ya ‘Bunlar çözüldü artık, uzatmayalım’ diye düşünüyor, ya da ‘Konuşulursa AKP’ye yarar’ kaygısı taşıyor. İkinci kaygı, siyasetlerinin sınırını çiziyor. Hâlâ, her gün Umre’ye gitseler bu adamların dilinden kurtulma ihtimalleri olmadığını kavrayamamış gibiler!

Muhalif siyasetçilerin gerekçelerinin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerine bir şey söyleyecek değilim. Beni asıl ilgilendiren, şu ya da bu gerekçeyle ‘konuşulmayan’ hiçbir sorunun çözülme ihtimali olmayışı. Siyasetçi olmadığıma göre, anayasal/hukuksal açıdan bakmayı deniyorum.

Peki bugüne dek türban konusunu yeteri kadar konuşmadık mı? Evet çok konuştuk ve hayır hiç konuşmadık. Ne demek bu? 

Eğer konu tek bir dinin, bir mezhebinin, bir yorumunun zorunlu kabul ettiği bir giysinin kamusal alandaki görünürlüğü ise, evet kırk yıldır kavga konusu. Ancak eğer, laik/seküler bir hukuk sisteminde ‘dini/siyasi semboller‘in hangi kamu hizmetinde kullanılıp kullanılamayacağı ise hayır bu pek konuşulmadı doğrusu. Hiç kimsenin işine gelmedi.

Çünkü Türkiye’de türban tartışması yıllar önce, daha çok ‘ulusalcılar’ ile ‘İslâmcılar’ arasındaki iktidar kavgasının parçası olarak gündem oldu. Arada kalan ve makul olmaya çalışan sesler, genellikle olduğu gibi duyulmadı. Türban serbestliğini savunanların çok büyük bir kısmı, türban dışındaki bir özgürlüğü ve yurttaşlık hakkını umursamıyordu. Dertleri demokrasi değil, iktidar/muktedir olmaktı. Oldular. Umursayan ‘azınlık’ ise bugün muhalif konumda.

Bu yüzden örneğin, hiçbir gayrimüslimin hâkim-savcı-subay olamadığı, kamu hizmetlerinde diğer din/inanç ve siyasi görüşlerin sembollerinin kullanılamadığı gibi konular gündeme dahi gelmedi, gelemedi.

Neden? Bir kez daha: Çünkü laik/seküler hukuk sisteminin sınırları değil, bir inancın bir yorumunun ‘gerekleri’ konuşuldu yıllarca ve ne ‘müesses nizam’ temsilcileri, ne de ‘yalandan özgürlükçü’ İslâmcı yazar çizerin umurundaydı diğer konular. Geleneksel riyakârlık, diyelim.

Sonuç: Dindar olmasa dahi dindar görünmek için çaba harcamayan hiç kimsenin, başta ‘siyaset’ olmak üzere hemen hiçbir kamusal faaliyette ‘başarı’ şansı olmadığı düşünülüyor artık. Asgari koşul olarak ‘cuma namazına gitmeyen’ birinin bu memlekette cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi mümkün mü, örneğin? Salgın döneminde Ayasofya önünde yüz binlerce insanın toplanmasına itiraz edilebildi mi? Hafta sonu içki satışına? Diğerlerine?

Peki bunun adını ne koyacağız şimdi, inanç özgürlüğü mü? Bir kez daha: Biz ne hakkında konuşuyoruz?

Yazı dizisinde uzun uzun ve diğer ülkelerden örneklerle anlatmaya çalıştığım gibi, her yerde geçerli tek tip bir laiklik-sekülerlik uygulaması bulmak kolay değil. Ülkelerin tarihlerinden kaynaklanan farklılıklar söz konusu. Türkiye’nin laikliği de 1924’ten bugüne, ‘kendine özgü’ ifadesiyle tanımlanıyor. 

Buna mukabil, şu üç somut gerçeği görmezden gelmek de olanaksız:

1. Yeryüzünde laik-seküler olmayan bir ‘demokrasi’ yok. Henüz icat edilmedi.

2. Demokratik ülkeler arasında ilke-uygulama farklılıkları olmakla birlikte, asgari kabule göre hukuk kurallarının ve idari uygulamaların referansı ‘inanç’ olamaz.

3. Türkiye Cumhuriyeti, anayasasına göre, laiktir. İdare inançlar arasında ayrım yapamaz. Gerçekte değil tabii, ama anayasada yazan bu.

Uzatmadan, Fikri Sağlar’a tepki gösteren ‘muhalif siyasetçiler’e basit birkaç soru yöneltmek istiyorum (Yanıt beklentisiyle değil kuşkusuz).

1. Kemal Kılıçdaroğlu şöyle bir açıklama yapmış: “Ya çağın neresindeyiz biz ya? Kişi başörtüsü takar takmaz o onun tercihidir. Benim görevim onun tercihine saygı duymaktır. Böyle bir ayrımcılığı asla kabul etmiyorum ve doğru bulmuyorum.”

Tartışma konusu ‘kişiler’ değil, yargı mensupları olduğuna göre, Kılıçdaroğlu’nun hâkimler/kamu görevlileri ile sıradan kişiler arasında hiçbir ayrım yapmadığını kabul edebiliriz.

Peki değerli muhalif siyasetçiler, siz de aynı kanıda mısınız? Kamu görevlileri ile sıradan yurttaşın kılık kıyafeti arasında herhangi bir fark olmalı mı, olmamalı mı? Olmalı ise hangi ölçütlere göre belirlenmeli?

2. Yargı mensupları ile diğer kamu görevlileri arasında bir fark olduğunu düşünüyor musunuz? Varsa, o fark nedir?

3. Yargı mensuplarının, görünür şekilde ‘dini’ semboller taşıyabildiği ‘demokratik hukuk devletleri’nden örnek verebilir misiniz? Eğer  bu yönde yaygın bir uygulamaya rastlanmıyorsa sizce gerekçesi ne olabilir?

4. Sık dile getirilen bir kanı var: “Efendim önemli olan kıyafet değil zihniyet, ben yargı mensubunun ne düşündüğüne ve adaletli olup olmadığına bakarım, kıyafetine değil.”

Kişisel olarak, insanların tavır, ahlak ve adalet duygularıyla, kılık kıyafet tercihleri arasında doğrudan ve tartışmasız bağlar kurulamayacağı kanısındayım. Bir hâkim türbanlı olup son derece adaletli, ya da başı açık olup berbat kararlar verebilir. Kabul. Yakında AYM’ye atanacak o meşhur erkek savcı ‘türbanlı’ değil, misal!

Peki, eğer dini ve siyasi sembollerin hiçbir önemi yoksa, ‘biçimsel yansızlık’ gereksiz bir çabaysa; hâkim cüppeleri üzerinde siyasi parti rozetleri, armalar vs. taşınabilmesini de destekler misiniz? Öyle ya, herhangi bir partiye ve ideolojiye gönül vermiş ve bunu sergilemek isteyen çok dürüst ve adil insanlar olamaz mı? Yanıtınız nedir? Peki bir hâkim boynunda ‘haç’ ile girse duruşmaya, sakıncası var mı?

5. Yanıtı tahmin edebilirim: Kardeşim biz dinden ve asıl olarak İslâm’dan söz ediyoruz, siyasi görüşlerden değil. İşte asıl mesele de bu ya: Ne üzerine konuşuyoruz? Laik/seküler hukukta dini semboller konusunu mu, yoksa yalnızca çoğunluk inancının ‘başörtüsü’nü mü?

5. Çevrenizdeki inançlı insanlara sorun lütfen: İslâm dışı bir inancın sembollerini taşıyan bir hâkim karşısında, özellikle siyasi içerikli davada yargılanırken kendilerini tümüyle rahat ve güvende hissederler mi? Ya da altı yaşındaki çocuklarını, Hristiyan sembolleri taşıyan bir öğretmene gönül rahatlığıyla emanet ederler mi? Etmezlerse, neden? 

Hadi bir de Atatürkçüleri kızdıracak soru olsun: Yakasında Atatürk rozeti taşıyan hâkimin karşısına çıkan ve Atatürk’e hakaretten yargılanan bir sanık, ne hisseder? Kararın tümüyle yansız ve adil olacağını düşünür mü? Muhtemel yanıtlar üzerinde iki dakika düşünmek ister misiniz?

6. Yarın bir gün başkaca kamu görevlileri davranışlarını ‘inançlarıyla’ temellendirdiğinde, ne yapmayı düşünüyorsunuz? “İnancım gereği erkek hasta bakmam” derse bir kadın doktor, hangi yanıtı vereceksiniz? Bir aile, “İnancım gereği çocuğumu karma eğitim olan üniversiteye göndermem” dediğinde? Tavrınızı ve kararınızı belirleyen ‘inancın gerekleri mi’, yoksa ‘demokratik siyasal sistemin hukuk kuraları mı’ olacak?

Ben türban yasaklarına karşı çıkarken, dinin gereklerinden değil demokratik rejimlerin ilgili ‘ilke ve kurallarından’ hareket ettim. Sizlerin ‘referansı’ nedir? ‘Din’ ya da ‘oy oranları’ dışında bir referans noktanız var mı?

Türkiye kamusal alanda türban/başörtüsü sorununu büyük ölçüde çözdü ve çok da iyi oldu. Yıllarca saçma sapan yasaklarla uğraşıldı, İslâmcılar tepe tepe kullandı ve hâlâ kullanıyor. Ancak sistem, ‘laiklik’ sorununu çözemedi, çünkü konuşulması gerekenler bir gün olsun konuşulması gerektiği gibi ele alınmadı.

Fikri Sağlar’ın benim de katılmadığım üslubuna tepki gösteren muhalifler, ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ kavramlarına atıf yapıyor. Yani, ‘Batılı’ kavramlara. Bir insan, yargı mensuplarının dini semboller taşımasını savunabilir kuşkusuz, “Şunu savunamaz bunu konuşamazsın” diyenlerden olmamalı. Ayrıca herhangi bir ‘uygulama’yı tartışırken söze ‘dünyada‘ ifadesiyle başlamamak gerekir. 

Hal böyleyken, ‘benim bildiğim’ demokratik sistemlerde yargı mensupları dini-siyasi sembol taşımıyor, çünkü yargılamanın selameti bakımından ‘biçimsel yansızlık’ hayati kabul ediliyor.

Türkiye’de konuya (biçimsel yansızlık) ilişkin bir çalışan var mı, habersizim. Bu nedenle ‘inanç özgürlüğü’ üzerine çalışmış iki anayasa hukukçusu meslektaşıma danıştım. 

Biri, Danimarka Yargıçlar Sendikası’ndan örnek verdi. Sendika başkanı birkaç yıl önce “Bizde türbanlı hâkim olabilir” demiş, bir süre tartışılmış ve sonunda başkanı görevden almışlar!

Diğer meslektaşım ise Almanya ve Avusturya’dan örnek verdi. Aktardığına göre, Almanya’da bir hukuk stajyerinin mahkeme binasında türban kullanması yasaklanmış ve sonunda federal anayasa mahkemesi (AYM) bu uygulamayı anayasaya aykırı bulmamış. Bavyera AYM’si ise 2019’da verdiği bir kararla, hâkimlerin dini semboller taşımasının yasaklanmasını anayasaya uygun bulmakla birlikte; duruşma salonlarına haç konulmasının eşitsizlik doğurmayacağına hükmetmiş. Avusturya’da hiçbir düzenleme olmamasına karşın mahkeme salonlarında haç yasakmış ve sonunda Hâkimler Sendikası fiili durumun yasayla açık şekilde düzenlenmesini talep etmiş.

Görüldüğü gibi, farklı tartışma ve yaklaşımlar bulmak mümkün, belki başkaları da konuya ilişkin yazma gereği duyar.

Burada asıl olarak anlatmaya çalıştığım ise örneğini bilmediğim dini sembol kullanımına Türkiye’de tanınan serbestlik değil yalnızca. Derdim şu: Savunduğu her neyse, ‘referans‘ını dile getirmek zorunda herkes. Yoksa ne hakkında konuştuğumuzu bilemeyiz. Hiç kimse birbirinin asıl derdini, amacını anlamaz.

Eğer biri ‘demokrasi‘den söz ediyorsa örneğin, hangi demokratik sistemde yargı mensuplarının ‘dini ve siyasi’ sembol taşıyabildiğini de bir zahmet söylemeli. Eğer referansı orasıysa. Ancak o biri çıkıp “Dinimizin gereğidir” dediğinde; benim de “Laik/seküler bir hukuk sisteminde bir inancın gerekleri norm haline getirilebilir mi?’ ve ”Dinin hangi gereğine hayır diyebilirsiniz, sınır nerede?” sorularını yöneltmeme izin verilir herhalde.

Bağırıp çağırarak çözülebilecek sorunlar değil bunlar. Öfkeyle, hakaretle, baskıyla, demagojiyle çare bulunabilseydi dertlerimize, bugüne dek olurdu; toprağımızda bolca bulunan nitelikler bunlar! Ayrıca laiklik gibi zor konu ve açmazlara önümüzdeki yıllarda daha sağlıklı çözümler üretilebileceğini, dengenin bulunabileceğini, ülkede yeteri kadar aklı başında insan olduğunu da düşünüyorum. Umutsuz filan değilim.

Ancak bunun için ahalinin, özellikle inançlı kesimin aklı başında, dürüst insanlarının bazı soruları sormaktan kaçınmaması, ‘Aman şimdi ağızlarına laf vermeyelim’ saplantı ve boş çabasından vazgeçmesi gerekiyor herhalde.

Herkesin eteğindeki taşları, korku duymadan dökmesine ve her konuda en temel, en basit soruların sorulmasına ihtiyacımız var. Her anayasa, her temel hak tartışmasında: Biz ne üzerine konuşuyoruz? Referanslarımız nedir?

Bir duyuru ve rica:

Gökpınar Gölü ile ilgili imza kampanyası duyurusunu buraya bırakıyorum. İhmal etmezseniz sevinirim

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar