Ali Türer

Ali Türer
Ali Türer
Tüm Yazıları
Neden Bir Türlü Normalleşemiyoruz!
28.04.2012
2962

 Neden Bir Türlü Normalleşemiyoruz!


Afyon valisi açık alanda içki içilmesini yasaklamış. İçki içecek olan ya evinde içecek ya da ruhsat verilmiş bir iki yerde. Belki de açık alanda en az içki içilen il Afyon. Neden bu uygulamayı daha çok içki içildiği herkesçe bilinen İstanbul’dan İzmir’den başlatmıyorsunuz? Belli ki bunun arkası gelecek. Böyle bir yasağı tepki çekmeden yaygınlaştırmaya, deyim yerindeyse “kurbağayı piştiğini hissetmeden kaynatmaya” niyetliyseniz; kuşkusuz yasaklamaya en az tepki gelecek yerden başlarsınız.  Amaç bu olsa gerek diye düşünüyor insan.

Afyonda valinin açıkta içki içenler nasıl kanına dokunuyorsa, Bursa’da da emniyet müdürünün parkta öpüşen çiftler kanına dokunuyormuş.  Ne güzel! Açıkta öpüşmeyi de yasaklayalım. Bence bu uygulama da pekâlâ Afyon’dan başlatılabilir. Göze girmek için elini çabuk tutmakta yarar var, öncülüğü başkasına kaptırmamak lazım.

Bu yöneticiler, bu cüreti nereden örnek alıyor dersiniz.

İçişleri Bakanı’nın kendisine şirinlik yapan vatandaşa “bir takla at da görelim” dediği,  Dışişleri Bakanı’nın muhalefet milletvekillerini kendisini anlamaktan “aciz” olmakla suçladığı bir ortamda göze girmek, kendini göstermek için fırsat kollayan devlet ricali ne yapsın. Başbakan “Dindar gençlik yetiştireceğiz.” diye, doğru(!) yolu gösteriyorsa; hele 4+4+4 ile de sürece start verildiyse; gücünü atanmış olmaktan alanlar, tabi oldukları öncüden aldıkları mesajın gereğini yerine getirecekler, fırsatı değerlendirecekler elbet.

Demokrat, liberal, kimi solcu aydınlar haklı olarak AKP’nin ordunun vesayeti altındaki ceberut devlet geleneğine direnmesi ile heyecanlandılar. Bunun ülkenin demokratikleşmesi, normalleşmesi yolunda hayırlara vesile olabileceğini düşündüler. Gerçekten de bu önemli bir dönüşümdü, ordunun vesayetinden kurtulmuş bir Türkiye çağdaşlaşma, normalleşme yolunda önemli bir ivme kazanabilirdi, kazandı da; bunu teslim etmek lazım. Fakat siyasi kültürün, atmosferin öyle sabahtan akşama değişmeyeceği, AKP’nin üçüncü döneminde ayan beyan ortaya çıktı.

Çünkü bu ülkedeki siyasi kültür; var oluşu sürdürme güdüsünü, merkeziyetçi gelenek içinde aman bölünüyoruz, dağılıyoruz paranoyasından aldı. O nedenle eğitim yolu ile devleti ayakta tutacak; asker sivil “Halaskarlar” yetiştirmek modern eğitimin asıl amacı oldu.

Modern eğitimin ürünü Jön Türkler olsun, onu takip eden cumhuriyet yıllarının siyasi elitleri olsun hiç bir zaman, Batıda tanık olduğumuz gibi belirli bir kitleyi ve ya da sınıfı temsil etme iddiasıyla; bir sınıfın çıkarına olan programları uygulamaya geçirme amacıyla ülke yönetimine talip olmadılar. Aksine bu tür ortaya çıkış siyasi kültür içinde bölücülük olarak ilan edilip lanetlendi. Siyasi partiler, yönetme yetkisini, belirli bir kitleyi temsil etme adına değil, devleti birlik halinde diğerlerinden daha iyi tutma adına istediler.

Bu nedenle, siyasal yaşantımız, empati, hoşgörü, uzlaşma gibi kavramlara hep yabancı kaldı.

Prens Sebahaddin bu topraklarda sürdürülen eğitimin ne gibi siyasi sosyal sonuçları olabileceğini bundan yüz yıl önce görmüş ve göstermeye çalışmıştı. Daha o zamanlar aldığımız eğitim sonunda çalışmadan zenginleşebilmek için devletin kanatları altına girmek istediğimizi, bunun için de bir “kurtarıcıya” ihtiyaç duyduğumuzu belirtiyordu. Kayrıldığımız yolda ilerleyebilmeyi bu himayeye borçlu olduğumuzdan; her yükselişimiz bir koltuk değneğine ihtiyaç gösterdi. Amirinin her dediğini görev bilen memur doğal olarak kendi altıdaki memurdan da ne emrediyorsa onu yapmasını isteyecek, ne düşünüyorsa onu düşünmesini isteyecekti. Böylece kişiliklerini bulamamış göreneğe tabi devlet görevlilerinin belirleyici olduğu toplumsal sistemde baskı ve tahakküm kaçınılmaz hale geldi. Sebahaddin daha o günler de “bugünkü merkeziyetçiliğe zulüm denir”, tespitini yapabilmiş biridir.

Hâlbuki belirli bir sınıfın ya da zümrenin çıkarlarını temsil etmek için ortaya çıkan organizasyon, doğal olarak günü birlik hareketlerden uzak duracaktır. Karşınızda arkasındaki kitleyi temsil eden bir muhatabınız varsa; daha uzun vadeli, keyfi olmayan, çıkarların doğru temsiline dayalı, ittifaklara önem veren, diğerlerinin çıkarlarını da sonuçta gözeten, denge arayışının hâkim olduğu daha akılcı politikalar üretmek zorunda kalırsınız. Temsil edilen kitlelerin durumunu iyileştirmek adına muhatabınız ile en elverişli uzlaşmayı aramak siyasi çalışmalarınızın odak noktasını oluşturur. Yani uzlaşma, empati siyasi yaşamda gözetmek durumda olduğunuz ilkeler haline gelir.

Oysa “kurtarıcı” rüştünü ispatlamak, gücünü arttırmak için yoksa bile rakip üretmek, “hain” bulmak zorundadır. Kitleler üstündeki otoritesinin rakibini minder dışına ittiği ölçüde güçleneceğini bilir. O nedenle “kurtarıcı” dalaşmacı (polemikçi), saldırgan olmak, yandaşlarına cesaret vermek zorundadır. Tavizsiz olmalıdır. Erdoğan’ın, Kılıçtaroğlu’nun, Bahçeli’nin konuşmalarında bu örnekleri bol bol bulursunuz.

Türkiye’de siyasi yaşamda tartışmaların oldukça sert geçmesine; partizanlığın, komitacılığın, illegal örgütlenmelerin, siyasi cinayetlerin diğer ülkere göre çok daha fazla olmasına; başkalarının yaşadıkları acılara yeterince duyarlı olmamaya; bütün bu anormalliklerin normal hale gelmesine bir de bu açıdan bakılmalıdır.

Öte yandan bu eğitim anlayışının sosyal, kültürel ilişkiler içindeki tahrip edici etkilerini de görmek gerekir. Her şeyi devletten beklemek; hep arkasında yer alınacak öncüler aramak; Yaşanan olumsuzluklarda kendi payını görmeye yanaşmamak. Hayatı küçük küçük adımlarla sabırla kazanacak iradeyi ve sabrı kendinde bulamamak. Üretim içinde mesleki kişilik geliştirememek; kısa zamanda “köşeyi dönmeye” bakmak. Kendi moral dayanaklarını üretememek; hep sığınılacak bir liman, bir koruyucu aramak. Bütün bunları modernleşme dönemi eğitim anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmış, insanımızın kendini gerçekleştirmesini çevresi ile sağlıklı ilişki kurmasını engelleyen ayak bağları olarak görmek gerekir. 

Davranışlarımız çoğu kez diğerlerini kontrol etmeye dönük, nesnellikten uzak duygusal tepkisel bir zeminde gelişiyor. İlişkilerimize sempati ya da önyargılar yön veriyor. Tartışmalarda karşımızdakini dinlemeye tahammülümüz yok. Empati kurma, karşıt fikirlerde doğruyu arama gibi bir alışkanlık geliştiremiyoruz. Gerçek niyetimizi açıkça ortaya koymaktan çoğu kez kaçınıyoruz. Sosyal ilişkilerde yaşadığımız bu sorunlar, saplantılar içinde aldığımız eğitimin hiç mi payı yok. Düşünmek lazım.

Bu tür bireysel anormalliklerimizi de Zirve yayınevi cinayeti, Hrant Dink cinayeti, Uludere katliamı gibi son dönemin kriminal bir yaklaşımla çözülebilecek anormalliklerini de; Afyon valisinin, Bursa Emniyet müdürünün “kanına dokunanları” da, başbakanın “dindar gençlik yetiştirme” niyetini de anlamak için siyasal, kültürel, eğitimsel gelenek içindeki buna benzer ayak bağlarımızı açığa çıkarmak gerekiyor.

Sahi nasıl oluyor da dört aydır, Uludere katliamının sorumluları bir türlü açığa çıkarılamıyor. Sanki Akdeniz de petrol aranıyor. Genelkurmaydan bombalayan uçağın pilotunun ismini al. Bu pilotu, meclis araştırma komisyonunun karşısına dik. “Sana bu emri kim verdi?” diye sor.  Bunu yapmak çok mu zor?

Normalleşebilmek için önce “normal” düşünebilmeyi becermek gerekiyor. Normal koşulların ürünü olamadığı için “kurtarıcı” kimliğinden sıyrılamayan yöneticilerle, ülkeyi normalleştirecek bir anayasa üretilebilir mi. Çok zor. Göreceğiz.

Ama bir yerden de başlamak lazım.

 



[*] Necatibey Eğitim Fakültesi, Balıkesir. email: [email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar