Markar ESAYAN

Türkiye’nin bitmeyen iyi çocuklar devri...
2.08.2012
5474

 Her şey iki hafta evvel, Emniyet’teki bazı atamaların kamuoyuna duyurulmasıyla başladı. Gazetecilikte normal reaksiyondur, kim nereye atanmış, niçin atanmış diye isimler tek tek kontrol edildiği gibi, rütbe alan veya tenzili rütbeye uğrayan kişilerin hikâyelerine özellikle bakılır, haber değeri olan bir unsur varsa büyütülür.

Yani, İstanbul Emniyeti Terörle Mücadele Şubesi Başkan Yardımcılığı’na terfi eden Sedat Selim Ay’ın adına da bu mantıkla rastladık. Şahsen ismini daha önce hiç duymuş değildim. Ama bir internet taraması bile önünüze bir sürü ilginç bilgi döküyordu. Ay, çok kritik bir göreve gelmişti, lakin hakkında yerel mahkemelerde olsun, AİHM’de olsun hüküm kurulmuştu. Türkiye AİHM’de Ay ve ekibi üzerinden iki mahkûmiyet almıştı.


Taraf
’ın yaptığı da bu oldu.

Sayın Arınç “Herkesin, hakkında bir hatıra taşıdığı kişi” olarak tasvir ettiği ve atama hakkında“özensiz ve eksik olmuş dediği” bir kişi Ay. Yargılandığı iki davada mahkûm olduğu kabul edilmiyor, çünkü sicilinde gözükmüyor. Yani resmî prosedüre göre sorun yok. Arınç’ın yaptığı vurgu da bu yüzden “özensizlik” boyutunda kalıyor.

Ama kazın ayağı pek öyle değil. Biraz sonra hikâyesini anlatacağım Türkiye’nin cezasızlık ilkesinin can damarı olan devlet korumasından kaynaklanıyor bu.

Sedat Selim Ay ceza alıyor, Yargıtay bilakis cezayı az bularak bozuyor kararı, ancak Türkiye hâlâ işkencede zamanaşımı uyguladığı için, türlü yöntemlerle bu yargılamanın soluğu o aşamada kesiliyor. Ceza da erteleniyor. Hükümet, Ay’ın adının geçtiği iki davanın AİHM’den mahkûmiyet almasını da, “Orada şahıs değil ülke mahkûmiyet aldı” olarak yorumluyor. Oysa AİHM tam da bu cezasızlığı sağlayan hukuki prosedürü mahkûm ediyor. Yani devlet giysisiyle suç işleyenleri koruyan ve onları bir gün devletin önemli bir noktasında görmemizi sağlayan İttihatçı “hukuk” pespayeliğini...

Nitekim bir haftalık sessizlikten sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gelen “Hakkındaki soruşturma ve davalar terfisine engel değildir” açıklaması da bunun bir itirafı. Arınç da buna göre konuşuyor. Ama devlet adına suç işleyeni saklayan, koruyan onu aklayan, taltif eden ve en önemlisi devleti onlara emanet eden sistemi hiç konuşmuyoruz.

Tartışma Sedat Selim Ay üzerinden yürüyor olsa da, işkence konusu, Türkiye’nin derin devlet teknolojisi üzerine kurulmuş yönetim aygıtının halkına nasıl baktığını gösteriyor. İşkenceye sıfır tolerans konusunda samimi olan bir hükümet bunun telafisini hemen yapardı. Ama Melih Altınok’un haberine göre, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Sedat Selim Ay’ı tanımayan Başbakan’a kefalet vermiş; yine komplo teorilerine başvurarak... “Tanırım iyi çocuktur. Diyarbakır’da işini iyi yaptı. Burada da yapacağı operasyonlara engel olmak için kampanya başlattılar” demiş. Taraf’ın bir MLKP’li olmadığı kalmıştı, o da eksik olmasın bari.

Hrant Dink cinayetini araştırmak üzere Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talimatıyla çalışma yürüten Devlet Denetleme Kurulu’nun raporunda, müfettişler Dink davasında yaşanan karartma ve devleti görevlilerinin üzerine örtülen karanlığı anlatabilmek için ta 1913’e gitmişlerdi, haklı olarak.

İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), partiyi Osmanlıcı liberallerden temizledikten sonra, devlet organizasyonunu kendi cinayetlerini işlemek için kullanacaklarından, memurların yargılanmasına dair Muvakkat Kanunu’nu Meclis’i de by-pass ederek geçirmişlerdi. Bu kanun, devlet görevlilerini yargılamanın kurallarını düzenliyordu. Öyle bir sistem kurmuşlardı ki, hiçbir devlet görevlisini etkili şekilde kovuşturmak, soruşturmak ve yargılamak mümkün değildi. Bu mümkün olsa, mahkûm etmek sözkonusu olamıyordu.

Derin Devlet bu kanundan güç alarak halkına karşı birçok büyük suç işledi. Darbeler, katliamlar, operasyonlar yaptı. Tek ilke cezasızlıktı. “Cezasızlık” anayasanın ilk maddesi olsa yazılı olmayan anayasanın ilk maddesiydi ama bu kadar itibar ve işlevsellik kazanamazdı; çünkü böyle bir devlete inanan böyle bir kötücüllük vardı.

İki savaş, iki devlet, dört anayasa, elli küsur hükümet gördü ama, ne ilginçtir ki bu yasa 87 yıl hiç değişmeden kaldı. Avrupa Birliği sürecinin sayesinde 1999 yılında yasa kaldırıldı, yerine “hallice” 4483 sayılı kanun geldi. Tabii anayasamızda da devletlûları bu yönden koruyan maddeler hâlâ mevcuttu.

Referandumda askerler yönünden 145. Madde’de değişiklik yapıldı. CMK 250 ve 251. maddelerde savcılara devletlûlara dokunma yetkisi verilmişti. Ama mantık değişmediği için, sadece askerler yönünden kullanıldı bunlar. Diğer teşkilatlara dokunmak yasaktı. MİT krizinde sorunun o yönü de ortaya çıktı. Gerekçesi ne olursa olsun, yapılan düzenleme devlete dokunulmazlığı iyice pekiştirdi. Son Özel Yetkili Mahkemeler düzenlemesi ile bürokratların soruşturulması ve yargılanması yöneticilerin iznine tabi tutuldu.


Peki, biz Şemdinli’de bombacı çavuşuna sahip çıkan Yaşar Büyükanıt’a neden kızdık? Niye “İyi çocuk” dediğinde isyan ettik? Asker oldukları için mi sadece?


Son bir uyarı: Eğer zihniyet değişikliğini hemen yapmazsanız, buna yıllarca kibirle direnen, akılları başlarına geldiğinde de treni kaçıran askerin durumuna düşer, rezil olursunuz.
 İyi çocuk ayarlarınızı AB kriterleri, evrensel hukuk, insan hakları ve vicdanınıza göre yapın, mağdurun kim, mağdur edenin kimin safında olduğuna göre değil.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar