Markar ESAYAN

Erdoğan'ın seçimi
25.11.2013
2490

 Türkiye'nin yaşadığı köklü değişim ile siyasi, toplumsal parçaların, bireyin aynı kalacağını veya devlet-birey, birey-toplum ve birey-birey arasındaki ilişki biçimlerinin eski Türkiye'nin kodları üzerinden devam edeceğini varsaymak kabil değildi. Ancak değişime duygularımız ve alışkanlıklarımız daha geç adapte olduğundan, çoğunluk –değişimin taşıyıcıları dahil- bu durumu belirli bir zaman farkıyla idrak eder. İdrake en kapalı olan kısımlar da statüko konsorsiyumu ve etkilediği toplumsal kesimler olur.

Bir zorbalık döneminden, 'ne olacağımızı' kendimizin tayin edeceğimiz bir sürece girdik. Vesayetin kimin elinde araçsallaştığı önemli değil. Elitler, ordu, sermaye, medya, sivil siyasetin devşirilen bölümleri dönemin özelliklerine göre vesayet bayraktarlığını öne çıkarak temsil edebilirler. Vesayetle yönetilen ülkeler, az ihlal edilen bir kural olarak, dış politikalarında küresel süper bir gücün vesayeti altındadır.

Türkiye bu döngüden çıkıyor.

Böyle olduğu içindir ki, kutuplaşma diyerek adlandırmayı seçtikleri, toplumun kendini yeniden tarif etme, hayatı ve devleti bu tarife göre yeniden kurma sürecinde yaşanan doğal sıkıntılar. Vesayetten çıkma döneminin çelişkilerine, gerginliklerine 'kutuplaşma' diyenler, genellikle bu değişimden hazzetmeyen kesimler oluyor. Çünkü onlar, değişenin değişmemesi gereken sabit doğru olduğunu düşünüyorlar. Yani, üzerinde tartışılması bile gereksiz olan 'tek doğru yaşam ve devlet yönetme biçimi' bazı 'tekin' olmayanlar tarafından tehdit altındadır. Mükemmel düzen tehdit altında olduğundan yaşanan olsa olsa kötücül bir gelişmedir. Ve buna yönelik direniş ve kutuplaşma kaçınılmazdır, meşrudur.

J. S. Mill'in şu tesbitlerine katılmamak mümkün mü: 'Üstün bir sınıfın bulunduğu her yerde, memleketin ahlaki değerlerinin büyük bir kısmı sınıf çıkarlarından ve sınıf üstünlüğü duygusundan kaynaklanır.'

Aynen öyle... Türkiye'de de farklı olması için bir sebep yoktu. Yaşam biçimlerinin üzerinden koparılan fırtınalar, aslında genel olarak bu elit şımarıklığı veya totaliter laik şirretliğinden başka bir şey değil. Temelde, dağdaki çobanla oyunun bir olmaması isteği bir manken kızımızın uydurduğu bir şey değildi. Bu varsayım maalesef Mill'de bile bulunan, 'henüz demokrasinin nimetlerini hazmetmeye ve evrimsel gelişime hazır hale gelmemiş aşağı yığınların' zorba yönetimlerce ehlîleştirilmesi fikrine dayanır.

Dolayısıyla, çok da beklenir biçimde, elitler zor kullanma yeteneklerini kaybettikleri anda, Türkiye'de 'ahlak' ve 'yaşam biçimleri' üzerinden bir kutuplaşma temenni-tesis ettiler. Bu yeni tür savaşın 2010 referandumu sonra ilan edilmesi bir rastlantı değildir. Mümkün olsaydı açık, olmasa postmodern bir darbe yapılabilmiş olsaydı, zaten tüm bunlara gerek kalmayacaktı.

Demokrat görünümlü münevverlerin cilalarının 2010'dan sonra dökülmesi ise, eşitliğin bir amaç değil, yaşanır bir gerçek haline geldiği anda meydana geldi. Erdoğan, üzerinde vesayet kabul etmeyerek kırmızıçizgileri geçti. Böylelikle anladık ki, bu ülkede geçmişte vesayete karşı konumlanmış gözükenler, o düzenin sınıfsal bir parçalarıdır ve temelde zihni bir paydaşlık vardır. Sadece, oyunun biraz daha vicdanlı oynanması istenmiştir sadece, değişmesi değil.

Gezi krizi de esas olarak bu 'suni' (aslında toplumsal olan hiçbir şey suni değildir. Sadece stratejik farklılaşmayı ima ediyorum) kutuplaşma üzerine oturtuldu. Gezi'nin bir komplo olmasına gerek yok. Toplumu yeterince gerdiğiniz noktada, eğer bu gerginlik siyasette boşalmıyorsa bir vesileyle uç verir. CHP'nin kişiliksizleşmesi, bir beceriksizlikten ziyade, toplumsal bir parçayı terörize etmenin bilinçli bir tercihiydi. Ondan sonra bu enerjiyi istismar etmek, kışkırtmak için düzenekler zaten eski devleti savunanların ve bir sınıf mücadelesi verdiğini düşünenlerin elinde hazırdır.

Erdoğan'a açılan savaşın pek çok anlamı var. Bu listede muhalefet etme veya Erdoğan'ın hataları son gerekçelerdir. Erdoğan'ın iddia ettiği veya yapmaya çalıştığı şey, ötekileri elitlerle eşit deneme, teşebbüs ve kararlara katılma düzeneğini yerleştirmek. Aslolarak itiraz buna. Kendi ahlaklarını ve yaşam biçimi diktatörlüğünü dayatan elitler, başkalarının hayatlarını başka türlü yaşamak isteyebileceklerine karşı olan kibirlerini, ambalajlayıp bir demokrasi savaşı olarak pazarlıyorlar. Bunu New-York Times, FT ve diğerlerinin aynen iktibas etmesi ise, Türkiye'nin dış vesayeti de kırıyor olmasından ve sosyolojik kodların içerideki elitlerle örtüşmesinden.

Erdoğan ve hükümetin bu süreçteki sorumluluğunun ihmal edildiğini düşünebilirsiniz. Ancak karşı argümanlar ahlaklı tartışılmadığı, Uludere'den tutun, alkol yasası, Erdoğan'ın üslubu, basın özgürlüğü gibi olguların pespaye bir iktidar elde etme operasyonunun aracı haline getirildiğinden, sürekli yapılan yapıcı eleştiriler kimseyi 'kesmiyor.' Beklenen eleştiri değil, linç çünkü. Bu linç değirmenine su taşımayan hiçbir şey muteber değil.

İddiam şu: Erdoğan Menderes kadar kibar konuşan bir insan olsaydı dahi, hikaye üç aşağı beş yukarı böyle yaşanacaktı. Ama Erdoğan bu oyunu iyi okuduğu için, enerjisini itirazın veya kibrin toplumsallığını yatıştırmaya değil, daha çok güç merkezleri ile mücadeleye harcıyor. Kafası algı mühendislikleri ve değişime adaptasyon zorluğu ile karışık olanlar, bunun önemini belki bir on yıl sonra daha iyi anlayabilecekler.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar