Markar ESAYAN

Totaliter sekülerlerin bunalımı ve eve dönüş…
12.07.2014
1864

 “Katı olan her şey buharlaşıyor” adını verdiği kitabında Marshall Berman, rasyonellik ve nihilizm sorunu üzerine şu önemli tesbitte bulunmuştu: “Modern olmak kendimizi bir yandan bize macera, iktidar, keyif, gelişme, kendi ruhlarımızı ve dünyayı dönüştürmeyi vaat eden, bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, büründüğümüz her kimliği yıkma tehdidinde bulunan bir çevrede bulmak demektir.”

Berman, Marx’tan ödünç aldığı bu metaforla, her şeyin buharlaştığı ve elinde katı hiçbir şeyin kalmadığından hareketle modern insanın ümitsizlik ve nihilizme savrulduğunu anlatıyordu. Cemaatin, ahlaki kesinliğin, kişisel ve toplumsal hayatta neşet eden özgün kültürün yitirilmesi, modern insanın en ciddi kriziydi. Denebilir ki, modern çağın yaratılışında Adem ve Havva yasak meyveyi bir kez daha tatmış, cemaat evinin (cennet-yuva) dışına atılmıştı. Rasyonalizm, din, gelenek ve kültürde, yani pre-modern olarak tanımlanan endüstri devrimi öncesi toplumdan gelen ne varsa “(A)kla yatkın olmayan” kategorisinde değerlendirirken, aslında bir başka “mutlak”ı söylence düzeyinde yaratmıştı. Beden ruh uyumu ve hayatın bütünlüğü ciddi şekilde zarar görmüştü. Modern insanın (Marx’ın afyon demekten öte varlık sorununa derinlemesine giremediği bir fonksiyonel akılla) din ve cemaatten yoksun bırakılmasının sonucu, nostalji ve nihilizm oldu. Bu rahatsızlık ve kayıp duygusu Darwinci evrim kuramının iyimserliği ile hemen tatmin edilemezdi. İnsanın kendisini modern bir birey olarak hele şu geçiş sürecini atlattıktan sonra fevkalade mutlu ve özgür hissedeceği konusundaki gerekli olan zaman, evrim teorisine göre oldukça uzundu. Bu eksikliğin ikame edilmesi ise, insanın bedeninin, hastalıkların, deliliğin, (aslı günah işleme olan) suç işleme özgürlüğünün, aptalca şeyler de yapabilme olgusunun Gesellschaft (Kamu ve bürokrasi) tarafından zapturapta altına alınmasını gerektirdi. Bu arada “yüksek kültür” de bedenin ve tüketimin düzenlenmesinin aracı haline geldi.

Foucault bu kurumsallaşmayı Bentham’ın “panopticon” kuramını geliştirerek yapısöküme uğratmıştı. Ancak gerek Nietzsche, gerek Foucault gibi kültür eleştirmenleri, rasyonalizmin bu eksikliği ve kurnazlığını deşifre ederken, Tanrı’dan ayrı düşmenin açtığı gediği kapatamıyorlardı. Nietzsche “yeni ahlak” ve “yeni insan” kuramlarıyla önemli bir açılım yaratmıştı. Freud başta olmak üzere birçok bilim insanı açıkça bir Nietzsche yağmacısıydı. Ama nihilizmden ve varlık sorunundan kurtulmanın gerektirdiği aşkın bir sabite yaslanma ihtiyacı hepsinde de belirgindi. M. Scheler gibi daha azınlıkta kalan isimler ise “Sevgi”yi yeni cemaatin merkezine öneriyordu lakin bu kanona dahil olamıyordu.

Din bu açıdan da çok tehlikeliydi, çünkü günah işleme özgürlüğü ve türlü meselelerin çözümünde “ümmet”e sığınma imkânı vardı. Modern olmayan bir organizasyon, koordinasyon ve hatta devlet yönetme iddiasındaki dinler, modern hayata sürekli tehdit görüldü. Beden ve tüketim takıntısı, Nietzsche’nin tesbitinin aksine duyguları bastırmakla itham edilen Hıristiyan ahlakına değil, maneviyat eksikliğini giderememenin yenilgisine duyulan hınca bir cevaptı. Böylelikle genleşen beden ruhun yerini de almaya çalışıyordu. Bedenin ihtiyaçların zaman ve mekânda uzamsal olarak şişirilmesi, ruha yer bırakmayacağı gibi, kapitalist ekonomi mantığıyla da uyum içindeydi. 19. yüzyılın sosyalistleri günde 18 saatlere varan çalışma saatlerini 12 saate indirmeyi proleterlere zafer gibi sunarken, aslında onları kapitalist sisteme entegre ediyorlar, aylaklık mevhumu ise tarihe karışıyordu.

Bu da “Protestan Çalışma Ahlakı” ile oldukça uyumluydu doğrusu. Protestan Çalışma Ahlakı ile Darwinci Doğal Seleksiyon arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Protestanlık, bireycilik, seçim ve vicdan ile uyumlandığı sekülerleşme ile aslında kendi mezar kazıcısı durumuna düşmüştü. Fethetme, tanıma ve tanımlama süreci, dışsallaşmasında kolonyalizm ile özdeşlik kurmuş, Protestan ahlakı da cemaatin güvencesi olan “fakirlik ve dayanışma”yı ayıplı hale getirmişti. Kilise bile, mesela İngiltere’de (tüm cemaati kucaklamaya çalışılan hallerinden), zenginlerin etrafında toparlandığı Angilikan Kilisesi ve orta sınıfların devam ettiği Metodist Kilisesi’nde olduğu gibi ekonomik sınıfsallığı yansıtmaya başlamıştı. Hâlâ yediği tokadın karşılığında ne yapmak gerektiğini bilemeyen Katolik Kilisesi dahil Batı Hıristiyanlığı artık iktidarın bir vektörü haline gelmiş, Papaların ve onların iktidar hırsının çok ötesinde bir moderne uyarlanma sürecine yedeklenmişti. Batı Hıristiyanlığı artık kölelerin, fakirlerin, dulların ve bunlardan oluşan cemaatlerin değil, dünyayı fethedenlerin kozmolojisini sağlayan bir kulüptü.

Nietzsche de tıpkı Marx gibi, dini zaten hasta olanlar için acıları hafifletici, ama sağlıklı toplumlar için korkunç zararlı bir uyuşturucu olarak betimliyordu. Belki o dönem için normal ve oldukça klasik modern bir tepkiydi bu. Ama sosyalistlerin hâlâ buna inanması Yeni Sol’un önündeki en büyük engel. Marx insanın manevi yapısı ve varlık sorununa hiç girmeden neredeyse idare etti, Nietzsche ise rasyonalizmin donukluğu ve işgüzarlığını keskin bir şekilde ortaya koymakta başarılı olsa da, “Üst insan” ve “Yeni ahlak” konusunda çıpasız kaldı. Sokrates öncesine giderek tanrısız, insanın duyguları bastırmaktan uzak tutan şiddet, cinsel özgürlük dahil her halleriyle uyumlu yaşadığı, hayatın bütünlüğüne müdahale edilmemiş saf bir zaman aralığı bulmayı umdu; umduğu için de buldu. Sıradan şeylerin rasyoneller tarafından entelektüelleştirilmesine hınç duymakta haklıydı, çünkü burada büyük bir sahtekârlığın kokusunu almıştı. Gündelik yaşam içerisinde karşılıklı ilişkiler düzeyinde “Değerlerin yeniden değerlendirilmesi” önerisini yaptı, lakin insanın manevi dünyasını denklemden çıkardığınızda yeniden değerlendirmek için ortada fazlaca bir malzeme kalmıyordu. Bu açık kapıyı bir türlü kapatamadı.

Nietzsche’nin gündelik hayata ve insanın her türlü hallerine hiç müdahale edilmemesi, karşılıklı gelişen bir yeni ahlakta yeni insanı bulma arzusu önemliydi. Ama neden o gündeliklik içinde gelişmesi murad edilen yeni ahlakın içinde Tanrı, gelenek vs. olmasındı ki? Eğer insanlar kimilerine göre  ve asla kanıtlanamayacak şekilde “hurafe” ve “afyon” olabilecek bir din evreni içinde yaşamak veya oraya arada sırada girip çıkmak istiyorlarsa, buna müdahale etmek, ne adına olursa olsun aynı yanlışı tekrarlamak olmaz mıydı? Müdahaleyi estetize etmek belki sorunu daha da kavranamaz hale getirdiği ölçüde acımasızcaydı.

Bu anlamda Nietzsche’de ne kadar çabalamış olsa da Tanrı’yı öldüren modernin içinde boğulmuştu.

Nietzsche de, Foucault ve diğerleri de modern insanın nihilizme ve nostaljiye savrulmasına deva olacak bir reçete geliştiremedi. Modern insan, yuvadan (cemaaten) kovulmaya ve oynadıkları toplumsal rollerde kendilerini rahat hissedememelerine karşı nostaljiyi derinleştirmeye çaresizce devam etti. İsviçreli paralı askerlerin ev hasreti patolojisine verilen bu isim (nostalji) modern insanın eğreti evi oldu.

G. Stauth ve B. S. Turner’ın* sınıflandırmasına göre nostaljik paradigmanın dört özelliği vardı. Bunlardan ilki onun melankolisi ve kötümserliğiydi. Esas olarak tarihi bir çöküş anı olarak kabul ediyorlardı. Tarihte bir noktada bir altın çağ vardı ve o çağda insanlar tarihin kendilerine bir yuva verdiğini, gerçekliğin ise kavranabilir olduğunu varsayıyorlardı. Gelecek ise artık sadece çöküşün devamı değil, şiddetlenmesini ima ediyordu. Kötümserlik, Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözünde en tepe noktasına ulaşmıştı.

Nostalji fenomeninin ikinci özelliği bütünlük ve ahlaki kesinliğin yitirildiği duygusuydu. Kapitalist endüstrileşme, kırsal cemaatların çöküşü, bilimsel bilginin kamusal alanı düzenlemesi ve toplumsal yapının karmaşıklaşması dinsel evi ve değerleri zayıflattığı oranda dünyevileşmeyi inşa ediyordu. “Üçüncü olarak” diye devam ediyor Stauth ve Turner, “Bireysel özerklik yitirilmiş ve sahici toplumsal ilişkiler çökmüştür.” Modernitenin bireyi öne çıkarması bir aldatmaca halini almıştır. Çünkü ahlaki birlik zayıfladıkça, birey kendisini zayıflatan bürokratik devlet tahakkümüne terk edilmektedir. Birey, Weberci bürokrasi ile Foucault’nun deşifre ettiği disiplin teknolojilerinin gözetiminde “yalnız ve yalıtılmış” yaşar. Bireyselleşmeden kasıt, aslında bu bireyin kendisini kendine hapsettiği durumdur.

Stauth ve Turner nostaljik paradigmanın son öğesini şöyle tanımlar:

“Paradigmanın son bileşeni, basitlik, kendiliğindenlik ve sahiciliğin yitirilmesi duygusudur. Birey, yalnızca yönetim bazında değil, aynı zamanda duygunun özerk dışavurumunu engelleyen davranışa dair belli mikro ahlaklar bazında denetlenir.”

Birey tüketim toplumuna koşut, belli yapıp etmelerin sınırlarını çizdiği demir bir kafesin içindedir. Nietzsche’ye göre; dinsel/ahlaki değerlerin aşınmasıyla birlikte batı kültürünün temel varsayımları, bundan böyle Tanrı kavramıyla doldurulamayacak bir gedik bırakarak çökmüştür. Bu gediği olduğundan önemsiz göstermeye çalışan toplum bilimciler de olsa olsa modernizmin yeni keşişleridir. Nietzsche, bir tür felsefi özerklikten bahsediyordu. Oysa Heidegger’e göre felsefeye duyulan ihtiyaç, tam da bizim dünyadaki yuvasızlığımızın bir işaretiydi. “Varlık nedir gibi felsefi sorular sormak, bundan böyle varlığın ne olduğunu bilmediğimizi önermek” anlamına geliyordu.

Ama sorun bundan da öteye taşınmıştı. Nietzsche’nin önerisi imkânlı olsaydı dahi, Tanrı, ölüm, ölümsüzlük, özgürlük ve ahlak hakkındaki büyük sorular artık cevapsızdı. Cevapsız kaldığı için de modern toplumda bu sorular artık gittikçe sorulmaz hatta yasaklı oldu. İnsanlar, varoluş hakkında kapsamlı bir yorumdan mahrumdu ve bu manada A. MacIntyre’a göre, “Modern toplumda insanlar herhangi aktif bir anlamda ateist ya da hümanist olmaktan uzaktır; sadece deist değillerdir.” **

Şimdi ise, 1900’lerden ve 1960’lardan sonra son büyük nihilist kuşakla karşılaşıyoruz. Bunun nedeni, modernitenin özgürleştirmeye, inşa etmeye çalıştığını iddia ettiği bireyin, özetle terk edilmiş, boşlukta ve sömürgeleştirilmiş olmasıdır. “Medeniyet ve rasyonelleşme sürecini, Batı kültürünün dünya üzerinde egemenlik kurma etiği olarak, yani iktidar-istencinin (will to power) dışsallaşması olarak görecek şekilde daha da genişletebiliriz” diyor Stauth ve Turner. Ve devam ediyorlar: “İktidar istencinin kültürün kurumsallaşması, medeniyet ve akılla bu şekilde genişletilmesi dünyanın sömürgeleştirilmesi olarak da görülebilir. ‘Dünyanın sömürgeleştirilmesi’ ifadesiyle, yalnızca dışsal bir uzamın coğrafi sömürgeleştirilmesini değil, aynı zamanda bedenin kültür tarafından sömürgeleştirilmesini ve zihin ya da bilincin (A)kıl ve bilim tarafından sömürgeleştirilmesini kastediyoruz.”

Modern insan özgür de, birey de olamadı, çünkü Scheler’in dediği gibi, rasyonalist bireycilik anlayışının tersine, kişiyi ancak başka kişilerle ilişkili haldeyken anlayabiliriz ki, bu da bireyin kendine dair bilincinin, zorunlu olarak toplumsal bilinç olduğu anlamına gelir. Bizler, diğerlerinden koparak varlığımızı bile anlamlandıramayız, veya birey olmak için topluma gitme zorunluluğumuz vardır. Modernizm cemaatleri ve ortak ahlakı dağıtırken iddia ettiği toplumsallaşmayı yaratamadı. Bugün Batı’nın yaşadığı kimlik ve kültür krizi budur. Temelde ciddi bir kültür ve bilim reformuna ihtiyaç var. Ama bunu yapabilmek için önce sömürge mantığından tövbe etmek, modernin ötesine bakabilmek gerekiyor.

Türkiye’deki duruma geldiğimizde ikili bir cemaatsal yapı bizi karşılar. Türkiye, 200 yıllık modernleşme safhasını tamamlamıştır ve bunun yarattığı iki tür fenomen vardır. Dindarlar ilkidir… İkincisi ise totaliter laikler diyebileceğimiz kesim ki, Osmanlı ve cemaatten hınçla uzaklaşmak isteyen kuruluşcuların yarattığı seküler dünyaya yeni yuvaları olarak giriş yapmışlardı. Aşkın bir sabite ihtiyaç kesindi ve bu manada Atatürk’ün putlaştırılması, Anıtkabir’in de Kâbe muamelesi görmesi oldukça semboliktir. Çünkü yuvanın zamana ve her türlü tehdide karşı güçlü ve yıkılmaz olması gerekir. (Dine öykünme.) Bu eksiklik ve içgüdü totaliter yaşam biçimi diktatörlüğünü ima etti. 1920’lerde ve 1970’lere kadar, bu yaşam biçiminin çökmüş öncülünün karşısındaki parlaklığı yadsınamazdı. Buna dair “saldırıların” Menderes’in linç edilmesini gerektirdiği gibi, en acımasız ve irrasyonel şekilde geri püskürtülmesinin doğruluğu tartışılmazdı. Birilerinin sizin yuvanızı yıkmaya çalıştığında, her türlü yönteme başvurmanın meşruiyeti, “haneye tecavüz” ve “meşru müdafaa” türünden tartışılmaz haklardan ileri gelmekteydi. Yani aslında totaliter sekülerler, zaten sorunlu olan bir modern kimliğin küresel krizlerinin üzerine eklenen bir de yerel tehditler ve dilemmalarla yüzleşmek durumunda kaldı.

Oysa dindarlar da modernleşiyorlardı. Hatta günümüze bakıp tarafsız bir değerlendirme yapıldığında, dindarların daha özgün ve daha az çelişkili bir modernleşme sürecinden geçtiği ve süreci tamamladığı söylenebilir. Totaliter sekürlerler ise süreci tamamlayamaz; bu olduğunda varlık sorunu ile başbaşa kalacaklarını ve hayaletlerin geri döneceğinden korkarlar. Sabitlenmiş bir nostalji duygusu ile evsizliğe duyulan hınç arasında bir sarkaç gibi sallanmak varoluşsal bir kriz, bu kriz ise spekülatif bir dünyayı öfkeyle koruma içgüdüsünü yaratır.

Dindarların, ama cebir, ama gönüllülükle modernleşmelerini tamamlarken, cemaat ve dinlerine sahip çıkmaları, bundan bir sentez elde etmeleri, ödenen bedelin zengin bir potansiyeller dünyasını hediye etmesini ima etmiştir. İnancı ve moderni uzlaştıran melez ve zengin bir imkanlar dünyasından bahsediyoruz. Evden kovulmadan, evi tadil etmek, üzerinde yeni süslemeler yapmak gibi.

Totaliter laiklerin bugün Erdoğan ve dindar kesime yönelttikleri hınç ve öfkeyi, aslında kendi yurtsuzluk ve kimlik bunalımına duydukları tepki olarak anlamlandırabiliriz. Erdoğan’ın dindar kimliği ile barışık ama modern dünyaya açık halleri, bir de totaliter sekülerlerin yurt belledikleri, tek yaşam biçimi diktatörlüğünü ima eden kamusal alana geri dönmeleri, orayı dönüştürmeleri bu öfkeyi daha da katlanılmaz ve irrasyonel kılıyor. Erdoğan ve dindarlar kimseyi evinden ve yurdundan kovmuyor, sadece zaten evsiz ve yurtsuz olduklarını onlara hatırlatıyor. Bir simülasyon gerçeğin ateşiyle kavruluyor ve bunun müsebbibi her ne kadar Erdoğan ve dindarlar gözükse de, aslında zamanın kendisi oluyor.

Totaliter seküler gökkubbe çöküyor. Kamusal alan, içinde din ve geleneklerin de olduğu insanın her hallerinden oluşan tuğlalarla yeniden örülüyor. Kaçınılmaz olan oluyor ve evet, katı olan her şey, iki yüzyıl sonra yeniden buharlaşıyor. Bu bunalımın müsebbibi Erdoğan veya dindarlar değil. Öyle olduğu için de argümanlar sadece “üslup” üzerinde kısıtlı kalıyor, altı dolmuyor. Gerçeklik spekülatif dünyaya ait olduğu için sadece öfke ve irrasyonalite, hatta faşizm ve ırkçılığa varan hallerle mücadelenin kof özü ikame edilmeye çalışılıyor. Öz kof ve gayrıahlaki, sınıfsal olduğu için bu hıncı yaşamayanlar üzerinde etkili olamıyor.

“Kardeşlerimizi bir yerden kovarak” orayı yurt veya ev haline getiremeyiz. 80 yıl bu yöntem bir devlet projesi olarak uygulandı. Gayrımüslimler, Kürtler, Aleviler, dindarlar “bir yerden” kovuldular ama orası bir ülke, orada yaşayanlar da toplum olamadı. Bu nostalji ve yurtsuzluk öfkesinden statüko üreten üstyapıları kast etmiyorum; ama totaliter seküler halk kesimleri, ev sahibi olmak için aslında çok elverişli bir dönem yaşıyorlar. Ortak ahlak ve yeni toplum sözleşmesine katılmak, onlara çok iyi gelecek, bu evde onların da yeri olduğunu, evin inşasına katılırken hissedecekler ve sağalacaklar. Üst yapının en büyük zararı, onları bu yolun kapalı olduğuna ikna etmek oldu.

Hayali evlerden gerçek yuvaya dönmenin zamanı. Bu ise sadece bir kararı gerektiriyor. Basit bir karar.

Birlikte yaşamaya ve kardeşleri hor görmemeye dair.

 

*Nietzsche’nin Dansı, G. Stauth&B.S.Turner, Ark Yayınevi, 1995, Ankara.

**Age.,

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar