Murat Sevinç

Bir aday bir adaya, gel beraber…
18.02.2025
136

Anayasal ilkeler konusuna devam (5)

Son yazı, günü geldiğinde ‘Hâlihazırdaki sistemden vazgeçilir mi?’ sorusunu yöneltmişti.

Ne zaman yapılacağı belli olmayan bir seçim için ana muhalefet partisinin aday belirleyip belirlememesi gerektiği, bunun yolu yordamı, ‘Erken mi yoksa zamanlı mı’ sorusu ve tek aday-iki aday taktikleri hiç kuşkusuz tartışılır, konuşulur. Ancak, CHP’nin taktik nedenlerle iki adayla seçime girmesi gerektiği yolundaki öneri, doğrusu bana en fantastik geleni. Yanılıyor olabilirim, buna mukabil, adaylık/seçim konularının kâğıt üzerinde göründüğü gibi sonuç vermediğini, seçim yarışının ‘şişede durduğu gibi durmadığını’ son seçimler yeteri kadar kanıtlamış olmalı.

İmamoğlu ve Yavaş aday olduğunda milliyetçilerin Yavaş’ın yanında saf tutacağını, İmamoğlu’na şedit bir dille yükleneceğini (proje vs.), iktidar çevresinin iki adayı birbirine düşürmek için her şeyi yapacağını ve muhtemelen başaracağını, seçim ikinci tura kaldığında birinin seçmeninin olduğu gibi diğerini desteklemeyeceğini düşünmek, çok mu kötümser bir tahmin? Ayrıca, ‘Biri olmazsa diğeri olur‘ denen iki isim farklı kişilik ve ideolojiye sahip. Bana, böylesi bir ‘Zihni Sinir taktiği’ en çok iktidar sevip destekler gibi geliyor.

Bu satırları yazmaya başlarken Gaziantep’te olup bitenler esnasında değerli bir sendikacı tutuklanmış, iletişim başkanı kişi, hakkında ‘davalar olan’ İmamoğlu’nu ‘alıştığımız üslup’la küçük görmeye çalışan bir açıklama yayınlamıştı. Özgür Özel ise eski üye bir belediye başkanının kurultayın iptali için açtığı davaya sinirleniyordu. Dün aynıydı, yarın da benzer gelişmeler olur muhtemelen. Belli ki giderek ağırlaşan koşullarda yapılacak bir cumhurbaşkanı seçiminden söz ediyoruz. Her neyse… daha zaman var ve sonumuz hayrolsun!

Konunun dönüp dolaşıp cumhurbaşkanı seçimine gelişinin nedeni, evet, devlet başkanının sistemin en güçlü figürü olması. 1909’dan bugüne hiçbir anayasamızda tanınmamış olağanüstü yetkilere sahip ve sorumluluğu bulunmayan (cezai sorumluluk vs. önemli şeyler değil) bir devlet başkanı modeli. Türkçesi: İyi giden bir şey varsa tek sahibi, kötü giden bir şey olduğunda sorumluluğu bulunmayan, ezcümle, var olan demokratik sistemlerde eşi benzeri bulunmaz bir konum.

2017’de anayasa tarihimize taban tabana zıt, ‘Meclis üstünlüğü’ ilkesinin terk edildiği bir hükümet biçimi kabul edildi.  Eskisi, sorunları olan parlamenter sitemdi. Sistem eleştirisi, ancak eski sistemin doğru biçimde ele alınmasıyla mümkün ve anlamlı olabilir. ‘Yeni olan’ OHAL koşullarında ve hiçbir karşı çıkış dikkate alınmadan kabul edildi; ‘eski olan’ ise yıllar boyunca türlü açmazlarıyla tartışma konusu olmuştu.

Kısaca: Cumhuriyet’in ilk anayasası devlet kuran bir anayasaydı ve karma nitelikte olsa da Meclis hükümeti-parlamenter sistemi nihayetinde benimsemişti. 1960’a dek cumhurbaşkanlığı yapan üç ismin gücü anayasadan değil, tarihsel önemlerinden geliyordu. 1961 Anayasası siyasal demokrasiyi hedeflemişti ve klasik bir parlamenter sistem kurmuştu. Sembolik yetkilerle donatılmış devlet başkanı, siyasal sorumluluğu bulunan ve dolayısıyla yetki sahibi bir hükümet. Bu dönemin üç cumhurbaşkanı da koşulların ürünü olup pek suya sabuna dokunmayan isimlerdi. 12 Mart’la işler değişmeye başladı ve 12 Eylülcüler 1982 Anayasası’yla dönemin ruhuna uygun ‘güçlü bir yürütme’ kurmaya çalıştı. Ancak yürütme organını güçlendiren düzenlemelere yer verirken (KHK’ler vs.), olmadık bir şey yapıp cumhurbaşkanını da palazlandırdı. Parlamenter sistem sürdürülse de, amiyane tabirle, ilk düğme yanlış iliklendi. Zaman zaman yetki çatışması kaçınılmazdı. Sezer dışındaki cumhurbaşkanları önemli siyasi kişiliklerdi ve meşreplerine göre cumhurbaşkanlığı yaptılar. Bu dönemde iki başlılık tartışması hiç bitmedi. Sorun, iki başlı bir yürütme organı öngören parlamenter sistemde değil, 1982’nin kabul ettiği parlamenter sitemin kusurlu kuruluşundaydı.

AKP, Türkiye sağının hayalini 2007 değişikliğiyle gerçekleştirdi ve 367 krizini ‘Allah’ın lütfuna’ çevirip ‘halk tarafından seçim’ kuralını halk oylamasıyla kabul ettirdi. Halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı ile parlamenter sistemin bağdaşması pek mümkün değildi, nitekim olmadı.  2014-2017 yıllarındaki tuhaf maceranın ardından, Allah’ın bir başka ‘lütfu’ daha fırsata çevrilerek cumhurbaşkanının (ve çevresinin) hayalleri doğrultusunda bir hükümet sistemi kabul edildi.

Dolayısıyla, 2017’de tercih edilen sistem 2017 öncesinde zaman zaman yaşanan tıkanıklıkların çözülmesi için değil, bir siyasi kadronun dilediğince yönetmesi için kuruldu. Niyet bu olunca eskileri mumla aratan yeni krizlerimiz doğdu.

Örneğin, daha önce en büyük şikâyet konularından biri koalisyonlardı. Oysa çoğu demokraside koalisyon hükümetleri yönetiyor ve özellikle Türkiye gibi zorlu ülkelerde uyumlu koalisyonların sorunları çözme ihtimali daha yüksek. Buradaki koalisyonların süresi ve açmazlarının ne ölçüde koalisyonun kendisinden ne ölçüde ülke koşullarından kaynaklandığı üzerinde durmak gerekir.  Yeni sistemi ‘koalisyon kötüleyerek’ savunan AKP’nin, ülkeyi 2002 ile 2017 arasında tek başına yönetmiş olması, iddianın/niyetin kofluğunu gösteren, ancak iddia sahiplerine hiçbir şey ifade etmeyen somut gerçeklerden biri. ‘Ülke koalisyonlardan çok çekti’ diyen parti, o esnada 15 yıldır ülkeyi tek başına yöneten partiydi! Sonuç? Yeni sistemde yüzde 50’yi tek başına bulmak neredeyse olanaksız olduğu için, ortaklar birbirlerine herhangi bir koalisyondan çok daha bağımlı/muhtaç hale geldi. Adına koalisyon değil, ittifak diyorlar! Ahmet Mehmet’i dövmedi, Mehmet Ahmet’ten dayak yedi, gibi.

Yaşananların önemli bir nedeni, her sorunun çaresini hukuk kurallarında, anayasalarda aramaktır. Oysa demokratik kurumlar-ilkeler, demokratik siyasal sistemlerde bir anlam ifade eder, aksi halde kâğıt üzerinde kalır. Bakınız, AYM. Son derece gerekli olan bir kurum ve artık kararlarını ciddiye alan neredeyse kalmadı; oysa orada duruyor, varlığını sürdürüyor, afili bir binası ve çok sayıda çalışanı var. Can Atalay ise cezaevinde. YSK’ya bakalım. Türkiye’nin 1950’de demokratik sistemlere büyük armağanı olan bir kurul, son yıllarda çoğu tartışmanın merkezinde yer aldı.

Hükümet sistemlerine de bu gözle bakmak gerekir. Tüm siyasal açmazların ilacı olacak bir ‘biçim’ yok. ‘En iyi’ olarak adlandırılabilecek bir sistem de yok. Her ülkenin kendi demokratik deneyimi içinde, alıştığı, yerleşmiş sistemlerden söz edebiliriz. Türkiye geçmiş 100 yılda parlamenter sistemi ve sonrasında parlamenter demokrasiyi az çok gerçekleştirmişti ve az buz bir başarı değildi bu. 2017’de çöpe atılan, bir asırlık gelenek ve o geleneğe uygun örgütlenmiş bürokrasi düzeni oldu. Modern devlet dediğiniz bürokrasidir, iskeleti odur. Geleneksiz anayasal düzen olmaz. Yıktığınız şeyin yerine yenisini koymanız on yıllar alabilir ve bazen de olmayacak duaya amin demiş olursunuz, haliyle duanız kabul olmaz. Şu anda bürokraside en alt düzeydeki memurdan en üst düzeye, herkes bir kişiyi düşünerek hareket ediyor ya da etmiyor. O bir kişinin her şeyden haberdar olup olmasının bir önemi yok. Bu durum, aynı zamanda, olağanüstü yetkileri elinde bulunduran devlet başkanının çevresindeki halelerin güçlenmesi, iktidar sahibi olması demek. Nicedir tanık olduğumuz gibi.

Yeni olanın eleştirisi eskiyi övmeden ve geleneği, birikimi, aklı fikri yok saymadan yapılmalı. Kuşkusuz her durumda ve her tartışmada, Mümtaz (Soysal) hocanın “Anayasaları yaşatan şey içlerindeki sözcükler değil dışarılarındaki hayattır” ifadesini hatırlayarak. Anayasal-yasal değişikliklerle yapılabileceklerin bir sınırı var. Geri kalanı için, hukuk metinlerinin dışına bakmak, asıl mücadele alanlarını unutmamak gerekiyor. Unutulduğu içindir ki, bıkıp usanmadan anayasa tartışıyor ve hemen hiçbir gerçek sorunumuzu çözemiyoruz.

(Devam edeceğim…)

Yazı önerileri:

Diken’de Emre Zor, Trump’ın kararnameleri ve mahkeme kararlarıyla ilgili gayet güzel bir derleme yapmış. Başkan-yargı çatışması nereye varacak, dünyanın en prestijli anayasası yeni nesil faşist bir yönetim kliğini ne ölçüde dizginleyecek ( ya da, bir süre sonra dizginlemek isteyecek mi!), yaşayarak göreceğiz.

Birgün’de Aziz Çelik’in ‘Sosyal güvenlikte yalan rüzgarı‘ başlıklı yazısı.

Bir not:

Temel sorunumuzun anayasa metinleri olmadığını ve aynı zamanda ülkedeki siyaset esnafı kumaşını gösteren bir örnek. Cumhurbaşkanı adaylığı döneminde Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret eden Muharrem İnce, iki gün önce X’te şöyle bir paylaşım yapmış ve bu paylaşımı 2 milyon kullanıcı görüntülemiş: “Teröristin şahitliği ile Genelkurmay Başkanının tutuklandığı günlere geri döndük. Ümit Özdağ hakkında DEM vekillerine hakaret suçlaması ile iddianame düzenlenmiş. Yeter artık! Yuh artık!” Bunun üzerine Özdağ, cezaevinden, kendisinden beklenen nezakette bir yanıt vermiş.

Bir insan, bir siyasetçi, kendisini her duruma düşürebilir, memleketimizde örnek sıkıntısı yok çok şükür. Yukarıdaki satırları, bu ‘kumaş’a herhangi bir anayasanın, herhangi bir ‘norm’un fayda etmeyeceğini bir kez daha anlatabilmek için alıntıladım. 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar