Yasemin ÇONGAR

Yasemin ÇONGAR
Yasemin ÇONGAR
T24.Com Tüm Yazıları
Yerinizden kıpırdamadan firar etmek istediğinizde
28.01.2012
3066

Yerinizden kıpırdamadan firar etmek istediğinizde

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.

***

Belki seyahati bana fiilen yasaklayan bir hayat sürdüğümden, belki de gidilebilecek hiçbir diyar bir kitabın sayfalarında kavuşabildiklerim kadar uzak görünmediğinden gözüme; ben “ben” olduğum sürece nereye ulaşsam kendime varacağımı bildiğimden ya da; son zamanlardaki bütün büyük kaçış planlarım yatak odasında, başucu lambamın sarı ışığında sona eriyor. İşin tuhafı, aynı acılar hakkında aynı kifayetsiz cümleleri kurdura kurdura insanı kendinden usandıran, vahşet karşısındaki vurdumduymazlığıyla bazen güzelliğini unutturacak kadar gönül kırıcı olabilen bu güzelim memleketten firar etmek istediğimde, şöyle pembe köpüklü romanlara, kakara kikiri hikâyelere ya da diliyle, duygusuyla buraların hallerine fersah fersah mesafeli denemelere filan yolum çıkmıyor bir türlü. İllâ ki bize benzeyen bir şeylere uzanıyor elim, onları okumak kendi karanlığımın üzerine kapanmaya benziyor. Geçtiğimiz hafta, hepi topu bir cemevi isteyenlere devletin reva gördüğü bir garip hangarda, kaderin üstlenmek istemeyeceği kadar hunhar bir ölüme isyan eden kadınların çığlıkları içime kazındı; o çığlıklarla başedebilmek ümidiyle uzak çok uzak bir kitap arayıp buldum kendime, ve ne tuhaf, yine dibime düştüm.


Yazarların fotoğrafçısı bu kez yollarda

Onu anlatmaya “yirmi dakika” kuralından başlamalıyım: “İlk on sekiz dakikayı karşımdakini konuşturup, söylediklerini sessizce dinleyerek geçiririm. Sonra bir dakika ben konuşurum. Son bir dakikada susarım ve ne çekebilirsem çekerim.”

1960 Buenos Aires doğumlu Daniel Mordzinski, “yazarların fotoğrafçısı” olarak ünlenmesine neden olan olağanüstü karelerinin serüvenini böyle özetliyor. Susan Sontag, fotoğrafın görünür gerçeklikle diğer bütün mimetik nesnelerden daha masumâne, dolayısıyla da daha hakiki bir ilişki kurduğunu bundan otuz beş yıl önce anlatırken, aynı cümlede bize hatırlatmak gereği duymuştu ki –şimdinin dijital marifetlerinin çok gerisindeki tekniklerle çalışırken bile– “fotoğrafçıların yaptığı iş, sanatla hakikat arasında süren o gayet gölgeli alışverişin istisnası değildir.”

Mordzinski’nin “yirmi dakika” kuralı, gölgeyi silmiyor elbet, ama bence fotoğrafla hakikat, fotoğrafçıyla nesnesi arasındaki ilişkiyi, sonuç itibariyle olmasa bile, en azından süreç itibariyle dolaysızlaştırmayı deniyor. Mordzinski buna “dinleyerek çekmek” diyor; fotoğrafın ne anlatacağını, fotoğrafını çekeceği yazarın anlattıkları belirliyor bir bakıma. Dinliyor onları; sonra “tamam” diyor“şimdi durduğunuz yerde durun.” Son bir dakikada deklanşöre kaç kez basabilirse o kadar basıyor; uzun seanslar yapmak, karşısındakine aralarından en “güzellerini” seçip basacağı binbir poz verdirmek ona göre değil. Bu yöntemle, yazarla okur arasındaki mesafeyi kırmaya çalıştığını söylüyor:“Çünkü yazar, yazdıklarından farklı bir varlıktır aslında.”

Mordzinski’nin ismine ve işlerine aşina mısınız bilmem ama olmadığınızı düşünseniz bile, internette hızlı bir taramayla karşınıza çıkacak olan siyah-beyaz bir Borges, bir Semprún, bir Saramago ya da bir Marquez portresinin, bana olduğu gibi size de tanıdık geleceğini ve o portrelere bakarken, onları şekillendiren “yirmi dakika”nın sihrini benim gibi sizin de hissedeceğinizi sanıyorum.

Yirmi yaşındayken bir film setinde tanıştığı Julio Cortázar’ın (1914-1984) teşvikiyle Buenos Aires’ten Paris’e giden ve yazarların, özellikle de İbero- Amerikan yazarlarının portrelerini çekmeye adadığı kariyerini halen bu şehirde sürdüren Mordzinski, elimdeki kitapta yollara düşmüş. Yanında yine bir yazar var ve belli ki fotoğraf çekmeden önce yine karşısındakini dinliyor, ama bu kez Mordzinski’nin konusu yazarlar değil, bu kez objektifini dünyanın uzak ucundaki hayatlara çeviriyor.


Aramak abes onları, karşınıza çıkacaklar

Cortázar, La vuelta al día en ochenta mundos (Seksen Âlemde Devr-i Gün) adlı oyunbaz kitabında, başkalarının sözlerinden alıntı yaparken, kendimizi kayda geçirdiğimizi söyler. Pinochet rejiminin önce hapse atıp, sonra sürgünde yaşamaya zorladığı 1949 doğumlu Şilili romancı Luis Sepúlveda ile Daniel Mordzinski’nin ortak eserine de, içimde bu düşünceyi gezdirerek bakıyorum ben: Kitabın adı Últimas noticias del Sur (Güney’den Son Haberler), Sepúlveda ile Mordzinski’nin Patagonya seyahatlerini anlatıyor ama bir “seyahat kitabı”na benzemiyor pek, daha ziyade, “iki yazar” tükenmekte olan bir hayattan yaptıkları alıntılarla kendilerini kayda geçiriyorlar.

“İki yazar” diyorum, çünkü Mordzinski’nin fotoğraflarıyla Sepúlveda’nın hikâyeleri, “yazılı ve görsel” diye ayrılamayacak kadar bütünlüklü bir anlatı oluşturmuş. Sepúlveda da zaten, “Yazdığım metinde, gramerimin bir parçası olarak Mordzinski’nin fotoğraflarını kullandım” diye ifade ediyor bu bütünleşmeyi.

Türkiye’de tanınan bir yazar Sepúlveda; birçok kitabı Türkçeye tercüme edildi, bazıları yok sattı ve –dürüst olalım– sadece edebiyatı sayesinde değil, biraz da onu siyaseten kahramanlaştırılmaya müsait kılan hayat macerası ve aktivist kimliğiyle popülerleşti. Can Yayınları’nın 2011’de otuzuncu yılını kutlarken düzenlediği Latin Amerika Edebiyatı seminerlerinin en dikkat çekici konuğuydu Sepúlveda; buradaki gazetelere cömertçe zaman ayırdı ve hep aynı mesajı verdi: “Hikâye sadece bir araçtır.”

Doğrusu, ben Sepúlveda’dan farklı olarak, hikâyenin araçtan ziyade amaç, vesileden ziyade esas olabileceğine, hikâyenin pekâlâ her şey olabileceğine inananlardanım. Hakkıyla anlatılmış has bir hikâyenin hayattan ne farkı var, bilemiyorum. Tıpkı hayat gibi hikâyeler de, içlerinden bir şeyleri çekip kendimizin kılarken, her anlatışta bir yanımızı da onlarda bıraktığımız birer metin değil mi? Nihayetinde “araç” dediğimiz her şey, bu adı ve bu adın ima ettiği işlevi, bizzat biz onu“araçsallaştırdığımız” için üstlenmiyor mu zaten? Hayatın ya da hikâyenin “ne” olduğunu, bizim onunla kurduğumuz ilişki belirlemiyor mu?

Ama Sepúlveda ile Mordzinski’nin kitabı, bu sorulara heba edilebilecek bir anlatı değil; kitabı özel kılan şey biraz da, Güney’den son haberleri bize ileten “iki yazarın,” o haberlerden hangilerini kendimizin kılacağımıza dair ketumiyeti.

“Güney” de güney hani! Patagonya, mâlum, Güney Amerika’nın en güney ucunda, Arjantin ile Şili arasında bölünmüş, neredeyse Türkiye kadar geniş bir bölgenin adı. Batısında Pasifik’e dayanan And Dağları ile kuzeyinde Atlantik’e uzanan Colorado Nehri’nin açtığı derin vadiler olan Patagonya’nın, bozkırla çölün muharebe alanına dönüşmüş dev bir plato olarak tahayyül edilebileceğini ise Sepúlveda ve Mordzinski’den öğreniyorum. Güneyde, iyice güneyde, Portekizli denizcinin bundan beş asır önce geçerek adını verdiği Magellan Boğazı’nın da güneyinde kalan bölge ise, “Tierra del Fuego” yani“Ateş Toprağı” denen takımadalardan oluşuyor.

Sepúlveda ile Mordzinski, bir defter ve bir Leica M6 eşliğindeki ilk Patagonya yolculuklarını 1996’da yapmışlar; sonra 2000 ve 2001’de iki kez bölgeye dönmüşler. “Her defasında fotoğraflar ve hikâyeler biriktirdik” diyor Sepúlveda, “arkadaşlarımız bunları yazmamızı istiyorlardı ama ben tatmin olmamıştım. Bir şey eksikti. Son seferimizde, Tierra del Fuego’ya da geçip geri döndüğümüzde neyin eksik olduğunu anladım. Güneyde dünya değişmişti ve biz, bir varoluş biçiminin, bir ilişki kurma ve toplumsallaşma biçiminin, mülkiyet ve mülkiyetsizlik duygusunun hoyratça ihlal ettiği bir masumiyetin son günlerine tanık olmuştuk. Güney’in insanları için tuhaf, anlaşılmaz, zorba bir ihlaldi bu. Ben de nefes almaya kendisi karar veren hikâyeleri hafızamda koruyarak bir roman yazmaya koyuldum; bir son haberler romanı.”

Sepúlveda dediğini yapmış ve belki de kendisine rağmen, insana el değmemiş hissi veren bir roman, daha doğrusu haberlerden müteşekkil bir büyük hikâye koymuş ortaya. Bunu başarmasında Cortázar’ın da payı olduğunu teslim ediyor. Patagonya’yı dolaşırken, vaktiyle “Hikâyeleri aramak abes, onlar karşınıza çıkar” diyen Arjantinli yazarın izinden yürümüş Sepúlveda: “Sadece hareket ediyorduk, insanlarla konuşuyorduk ve hikâyeler kendiliğinden ayrışıp anlatılmayı beklemeye başladılar.”


İhtiyar bir tevekkül, olgun bir isyan

La Trochita, İspanyolca “dar hat” demek. Daha ziyade bu adla tanınan, nâm-ı diğer El Viejo Expreso Patagónico (Eski Patagonya Ekspresi) bugün hâlâ And Dağları’nın eteklerinden geçen 402 kilometrelik güzergâhı boyunca, sadece yetmiş beş santimetre genişlikteki bir hat üzerinde gidip geliyor. Sepúlveda ile Mordzinski kâh bu buharlı trene binip kâh küçük uçaklarıyla demiryolunun üzerinden uçarak, La Trochita’nın temsil ettiği geçmişle bugün arasında mekik dokumuşlar. Patagonya’nın sonsuz gibi görünen pampalarında karşılarına çıkan her çehre, ya geçmişe ait ihtiyar bir tevekkül ya da bugüne teslim olmayan olgun bir isyan resmediyor sanki. Mesela, doksan beş yaşındaki Delia Rivera de Cossio ya da Sepulveda’nın ondan bahsetmeyi sevdiği şekilde kısaca Doña Delia, “zor, çok zor hayatına rağmen hiç öfke duymayan, başına gelen talihsizliklerden ötürü kaderi suçlamayı bir an için düşünmeyen” bir bilge hatun olarak dikiliyor steplerin ortasında. Mordzinski, “onun kırışıklarla kaplı muhteşem yüzünü dünyanın gözleri önünde soyup, çıplak bırakmakta tereddüt ediyor” ve siz bu tereddütü anlıyorsunuz.

Steplerle, Patagonya’nın Antartika’ya en yakın noktasındaki Kutup Ormanları arasında kalan Las Torres del Paine dağları, her biri birer kuleye benzeyen sivri zirveleriyle Norveçli kâşif Amundsen’in, bölgeye ilk kez yüz yıl önce ayak basmasından beri maceracıları kendine çekiyor. Kulelere yüzüncü yıl tırmanışını şu sıralarda sürdürmekte olan İspanyol dağcı ve “fahrî Patagonyalı” Pedro Cifuentes de onlardan biri: “Tarihin akışına, gürültüye, kapitalizme ve teknolojiye aldırmadan, olgun bir isyanla, unutuşun zirvesine tırmanıyor.”

Dağlardan aşağıya, pampalara inip, gözlerinizi, Mordzinski’nin merceğinden bakınca büsbütün uçsuz bucaksız görünen düzlüğe diktiğinizde, bu kez köylüleri fark ediyorsunuz. Babalar, dayılar, yeğenler, oğullar çıkıyor karşınıza. Patagonya’nın her yaştan yoksul erkekleri atlarıyla, katırlarıyla, köpekleriyle, koyunlarıyla Şili ile Arjantin arasındaki görünmez sınır üzerinde gide gele ekmek ve azık arıyorlar.

Bir yandan, Sepúlveda’nın dediği gibi bir “araf” burası; “gelişmemiş, onurlu, masum, sihirli” bir arka ya da ara mekân. Últimas Noticias del Sur, yer yer on dokuzuncu asırdan kalma hikâyelerle, Butch Cassidyvari soygun efsaneleriyle de bezeyerek resmettiği bu “araf”ın geçiciliğinin farkında elbet. Bense, küreselleşmenin hiçbir yeri tek merkez, hiçbir yeri de ilelebet periferi olarak bırakmayacağını giderek daha fazla hissettiren etkisi dünyanın güney ucuna kadar varırken, Sepúlveda’nın nostaljik hüznünden ziyade kadirşînas bir hafızaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu kitabı, biraz da böyle bir hafıza inşaasına giriştiği için sevdim. Tabii, hatırlamaya dair her gayretin Cortázar’ın hafıza tanımından öğreneceği şeyler olduğunu da bilerek: “Tuhaf bir yankıdır hafıza; sesler onda, bilinçle de beklentiyle de hiç ilgisi olmayan bir akustikle toplanır.”

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar