Etyen MAHÇUPYAN
Tekrarlamaktan hoşlandığımız, kimliğimizi değerli kıldığını düşündüğümüz sözler vardır. Bunlardan biri yüzyıllar önce söylendiği rivayet edilen ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ lafı. Devleti yaşatmak için uğraşan muktedire verilmiş bir tavsiye… Hatırlanıp tekrarlanması da ‘tavsiye’ olma niteliğinden kaynaklanıyor. Nitekim bu tavsiyenin kıymeti hiç bitmedi, çünkü tavsiye hiçbir zaman tutulmadı…
Muktedirler doğrudan devleti yaşatmanın peşinde oldular. ‘Devleti yaşat ki insan yaşasın’ düsturuna bağlı gözüküp aslında kendi ve başka ‘bazı’ insanların geleceklerini kolladılar. Diğer deyişle devlet yaşadığında bundan hep sadece ‘bazı’ insanlar yararlandı… Devlet hiçbir zaman tüm kullarının (ve şimdilerde vatandaşlarının) isteklerini, çıkarlarını, ideallerini temsil etmedi. Sadece bazılarının etti ve o bazıları da doğal olarak kendilerini devletle özdeşleştirmeye yatkın oldu.
Söz konusu anlayışın İmparatorluğun yıkıma yakın çalkantılı döneminde daha da güçlenmesi şaşırtıcı değil. Toprak ve nüfus kayıplarının, uluslararası ortamda aşağılanmanın yanında, kendi halkınızın da envai çeşit kimlikten oluştuğunu düşünün. Yirminci yüzyıl başında çare ‘kimliksel ve kültürel temizlikte’ arandı ama bu da yeterli güvence oluşturmadı. Çünkü Anadolu toplumu yüzyıllar içinde iradi veya zor altında yaşanmış ihtida (din değiştirme) dalgalarına sahne olmuştu. Türklük zaten çiçeği burnunda bir kimlikken kimin ne kadar ‘sahih’ Müslüman olduğu da belirsizdi.
Bu ortamda dönemin muktedirleri ne pahasına olursa olsun devleti yaşatma hedefine daha da sarıldı. Devletin ayakta kalmasına, tüm gücü elinde toplamasına ve insanı (vatandaşı) nicel ve nitel olarak tanımlamasına ihtiyaç olduğuna inanıldı. Sonraki doğal adım bu ihtiyacı meşrulaştıran ideolojinin zihinlere hâkim olması ve ahaliye zerk edilmesiydi.
Kemalizmin devlet anlayışı ve vatandaşlık tahayyülü bu çizginin devamıdır. Nitekim Cumhuriyet Kemalistlerle İttihatçılar arasında bir koalisyondu. İtfaiye, Posta gibi kurumlar İttihatçıların kontrolünde kalırken, ticari şirketlerin yönetim kurullarında da üçte bir civarında İttihatçı bulunmaktaydı.
Ayrıca Cumhuriyet Osmanlı bürokrasisini insan, kurum ve ideoloji olarak aynen miras alıp kullandı ve tüm eski kadrolar yeni rejimde kendilerine yeni alanlar açtı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın hapisteki üyelerinin serbest bırakılarak kendilerine maaş bağlanması, bu denklem içinde anlam kazanır.
Ne var ki iktidarın Mustafa Kemal’in şahsında bütünleşmesi devlet içindeki alan paylaşımını gizledi. Resmî ideoloji de lider (rehber) etrafında yeknesak ve bütüncül bir millet anlatısı ile bu gizlemeyi pekiştirdi.
Öte yandan sürekliliğin sağlanması resmî ideolojinin koruyuculuğunu yapacak kalıcı bir kurumu gerektiriyordu. Ordu hem ‘milletin’ bilincini, hem de aynı ‘milletin’ korkularının cisimleşmiş halini temsil etti. Bir ideolojik rehber, bir ‘ayar verici’ olarak öne çıktı. İttihatçılar bu kurumun içinde belki istedikleri kadar yer alamadılar, ama İttihatçılık zaman içinde Kemalizm’den çok daha güçlü bir ideolojik damar olduğunu kanıtladı. Bugün Avrasyacılık ne Cumhuriyet ordusunun generallerine ne de halkın kendisine yadırgatıcı geliyor…
Arada kalan dönem Kemalist vesayet sisteminin ürettiği müdahale ve darbelerle dolu. 1980 sonrası darbe yapmak fiziksel açıdan zorlaşınca hukuk rehin alındı. Ancak küreselleşme ve post modern ortamla birlikte hukukun aşırı zorlanmasının bu kurumu yıpratıp meşruiyet kaybına yol açtığı görüldü. Dolayısıyla 28 Şubat’ta artık medya ve akademia da rehin alınmıştı…
AKP iktidarı vesayet rejiminin eldeki bütün imkânları kullanması ve bu rejim tahayyülünün iflas etmesi sonrasında oluştu. Dolayısıyla orduda panik yaratması doğaldı. Hükümet kurulduktan henüz birkaç ay geçmeden Ergenekon ve Balyoz girişimleri başlatıldı. Bu süreçte hukuk ve medya dışında Meclis bile kullanıldı. Rejim demokratik mekanizmaya mahkûmiyetin ima ettiği bir çaresizlik içindeydi…
İlk kez rejimin halkın çoğunluğunun desteğine ihtiyacı vardı ama çoğunluk muhafazakârdı. Devşirilmeleri gerekiyordu. Böylece milliyetçiliğe ve devletçiliğe davet için sadece ideolojik değil, yaşamsal bir gerekçe de ortaya çıktı. Bu daveti işlevsel kılacak olan şey Erdoğan’ın devletleştirilmesiydi. Karşılığında ödenecek bedel ise devletin bir miktar Erdoğanlaşmasına izin verilmesi…
Erdoğan 2016 yılı başında parti içi tasfiye ile kendisini tek adam haline getirdi, o yılın Temmuz ayında Gülencilerin başarısız darbe girişimi ile hem iktidarın meşruiyeti, hem de etrafındaki ‘birlik beraberlik’ havası pekişti ve nihayet aynı yılın sonbaharında MHP ‘Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ ile çıkageldi.
Bu olayların tek bir odak tarafından yönetildiği tezi ne denli komplocu ise, ‘Devletin’ bu gelişmeleri kendi çıkar ve değerlendirmeleri doğrultusunda yönlendirmiş ve kullanmış olmadığını düşünmek de o denli naif olur. Cumhurbaşkanlığı sistemi, vesayet imkânlarını yitirmiş olan devletin tek bir kişi üzerinden rejimi yeniden kontrol altına almasını ifade ediyor.
Geçenlerde MHP’nin ortaya attığı yüz maddelik yeni anayasa teklifi söz konusu resmin bir kez daha doğrulanmasından ibaret. Düşünün ki zımnen koalisyon ortağı olan, ideolojik bazda bu denli dirsek teması içinde olan iki partiden birinde bir anayasa taslağı hazırlanıyor ve diğer partinin bundan haberi olmuyor. Ayrıca AKP’nin anayasa hazırlama fikri bilindiği halde ‘her nedense’ MHP önce davranma ve ‘ayar verme’ ihtiyacı hissediyor.
Bu anayasa teklifinin kimler tarafından yazıldığını kamuoyu bilmiyor. Ama şundan emin olabiliriz: Cumhurbaşkanlığı sistemini kimler düşündüyse, bu anayasa taslağını da onlar hazırladı. Kısacası devletin bir siyasi aktör olarak sistemin içine yerleşmesine, daha görünür hale gelmesine, isteklerinin açıkça duyulmasına, her konuda tavır almasına tanık oluyoruz.
Devlet siyasi sistemin içine yerleşirken, kimlerin devlet içine yerleştiği ve bu ‘kimlerin’ nasıl bir ideolojik bakışa sahip oldukları Türkiye’nin geleceğinde hayati rol oynayacak gibi gözüküyor.
İki yerli ve milli ideolojinin, yani Kemalizm ve İslamcılığın Türkiye’nin geleceğini yönetmede ve dünyaya adapte olmada yetersiz kalacağının belli olduğu bir tarihsel momentte, kendilerini ‘Devlet’ olarak tanımlayanların önünde ilginç bir bahis var.
Demokrasilerin insan hakları temelli baskıları artarken, popülist otokrasilerin varlığı normalleşiyor. Öte yandan devlettekilerin algısına göre durum şöyle: Hukuk devleti olmak bize Batı dünyasının sıradan bir üyeliği dışında avantaj getirmediği gibi, egemenlik alanımızı da kısıtlayabilir; gereksiz bir bağımlılık ilişkisi yaşamanın yanında, Kürt meselesinde ‘istenmeyen’ çözümlere yanaşmak durumunda kalınabilir; Türkiye bu mesele bağlamında küçülme ya da eşitlenme tercihine zorlanabilir…
Dolayısıyla Kemalist ordunun adım adım Avrasyacı bakışa yöneldiğini görüyoruz. Laiklik sadece sembolik dilde (Atatürk kültüne sarılma şeklinde) devam ederken, muhafazakârlarla milliyetçi zeminde buluşuyor. Öte yandan milliyetçiliğin ideolojik temeli değil, dış dünyaya karşı ‘antiemperyalist’ (yerli ve milli) duruşu öne çıkıyor. Kızıl elma işlevi gören ‘bağımsızlık’ fikri ihtiraslı bir dış politikayı davet ediyor. Öyle ki kendine gerçekte sahip olduğundan çok daha büyük güç vehmeden, dünya güçleri arasında denge unsuru olabileceğini sanan (böylece S-400 alımına kadar giden) bir ‘vizyon’ ürüyor. Batı’nın ‘gizli emellerinden’ duyulan korkuyu atlatamamış, ancak devlet üzerinden kimlik oluşturabilen bir ülkenin hazin hali…
Kemalizm’den Avrasyacılık’a geçiş sert bir viraj değil, aksine kendiliğinden ve yumuşak bir geçiş. Türkiye’nin kurucu fikriyatı bir anlamda kendi temellerine, İttihatçılığa geri dönüyor ve onu günün şartlarına göre ihya ediyor… Mustafa Kemal daha geniş bir ideolojik duruşun, bir tarihsel sürekliliğin içine yerleşiyor. Söz konusu sürekliliğin temel unsurları ise tarihe, Gayrımüslimlere ve Batı’ya olan yaklaşımda somutlaşıyor.
Diğer deyişle Cumhuriyet öncesine dönüyor, ama onu Cumhuriyet sonrasını da kuşatan bir bakışla besleyerek bugünlere getiriyoruz. Nitekim İslamcılık da fetihçi, ayar verici, kurucu bir kültür olarak aynı sürekliliğin içine yerleştiriliyor. İslam kişisel davranış ve tutumun değil, cemaatin, giderek devletin tutum ve müdahalelerinin bağlamı haline geliyor.
Böylece “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını” yeniden hatırlıyor, Misak-ı Milli hayallerine dönüyor, Sevr’i aşıp Lozan’ı tartışmaya açıyor, Montrö’yu ekarte etme uğruna Kanal İstanbul peşinde koşuyoruz.
Aynı süreçte mafyatik örgütlerin devlet içinde ve siyaset üzerinde etkisi artıyor, hatta bunlar çeşitli işlevler için ‘davet’ ediliyor. Bunun bir nedeni iktidar boşluklarının iktidar çevresi tarafından değerlendirilmesi olabilir, ama ideolojik zeminin mafyatik oluşumların söz sahibi haline gelmesini desteklediğini gözden kaçırmamakta yarar var. ‘Yerli ve milli’ arayışı ve beka meselesinin öne çıkarılması suç örgütlerinin milliyetçilik üzerinden devlete entegre olmasını, kendilerini devletin ‘fedaileri’ olarak meşrulaştırmasını sağlıyor.
Kolluk güçleri ile yasa dışı faaliyetlerle iştigal eden örgütlerin iç içe geçmesi doğal bir durum olarak yaşanıyor. Cumhuriyet öncesine uzanan gelenek, İttihatçılığa geri döndüğümüz bu dönemde söz konusu ‘derin’ yapıya kritik bir özgüven kazandırmakta. Nitekim ‘devlet olma’ anlayışının bir bütün olarak da değişmekte olduğunu, devlete hikmeti sorgulanamaz bir ‘büyük rehber’ işlevi kazandırılmak istendiğini görüyoruz.
Günümüz İttihatçılığının öncülleri bir yandan devlete hâkim olurken, diğer yandan bir süredir ‘toplumsal zihinde’ de normalleşiyor… Söz konusu öncülleri (şu anki gözlemlerim ışığında) yedi maddede toparlayabilirim.
Bir, milliyetçilik ile dindarlığın resmî tarih zemini üzerinde buluşması; iki, toparlayıcı ve yeknesak (homojenize edici) bir sentez olarak yeniden kimlik inşası; üç, kimliğin geçmişten geleceğe uzanan tekil bir süreklilik çizgisi üzerinde konumlanması; dört, beka kaygısının siyasetin en önemli vektörü haline gelmesi; beş, Batı karşıtlığı (bağımsızlıkçı) temelli içe kapalı bir duruş ile yayılmacı jeopolitik bakışın birleşmesi; altı, toplumsal çıkarların devlet referansı ve rehberliği üzerinden tanımlanması; yedi, devletin her türlü çoğulcu veya azınlıkçı görüş ve grupların üzerine müdanaasızca gitme meşruiyeti.
Modernliği tam olarak içselleştiremediğimiz ölçüde sonuçta reddetme noktasına doğru ilerliyoruz. Yüz yıl öncesindeki gibi Batı’nın teknolojisini alıp, zihniyetine uzak kalmak istiyoruz. Aradaki fark bu kez o teknolojiyi kendimizin de üretebileceğine olan naif beklenti ve inanç… Sembolik alemde kendimizi olduğumuzdan daha önemli ve etkili kıldığımız için, gerçekliğin dünyasındaki halimizin farkında değiliz…
İttihatçılığa dönüş, ilkesizliği ve oportünizmi yeniden doğal ve meşru hale getiriyor. Ahlak araçsallaşırken, yozlaşma ideolojik kılıf içinde normalleşiyor. Türkiye, ataerkil arka plan üzerinde otoriterlik ile oportünizmin buluştuğu bir maceraya sürükleniyor…
Ülke İttihatçılık dışında bir alternatif üretebilecek mi bilmiyoruz. Ama söz konusu ideolojinin herkese çok aşina olduğunu, neredeyse bir duygusal dürtüye yanıt getirdiğini unutmayalım. İttihatçılık ‘bizim’ özgünlüğümüz, ‘bizim’ fıtratımız arayışı olarak, özgüvenini bir türlü geliştirememiş, kendisine bakışta ergenliği aşamamış, üstelik kendi içinde birbirine razı olmakta hâlâ zorlanan bu halka iyi gelebiliyor.
Cazip… çünkü bu ‘ihya’ edilmiş haliyle yenilgi duygusunu izale ediyor, güç gösterme (dik durma) açlığını tatmin ediyor. Hak edilen bir saygı olduğunu ve bunun icabında direnerek geri kazanılabileceğini vazediyor. Sıradan bir kimliğe sahip olmadığımızı, ‘biricik’ olduğumuzu hissettiriyor.
İttihatçılık ‘Müslüman Türk’ kimliği açısından toplumsal bilinçdışına sığınmanın, teslimiyetin adı… Bahçeli’nin (30 Mart grup toplantısı) sözünü kullanırsak ‘bir siyaset konusu değil, bir var oluş bilincinin sonucu’. Ne var ki zihniyet açısından aynı zamanda bir hastalanma hali…
Bu hastalanma halinin bize ne denli ‘normal’ geldiğini idrak etmek için basit bir soru yeterli: İktidar ekonomiyi düzgün yönetecek kadar akıllı olsaydı acaba şu an siyasi görünüm nasıl olurdu? Söz konusu başarıya yaslanılarak İttihatçı bakış daha da ileri götürülseydi, acaba itiraz edecek birileri çıkar mıydı? Yoksa hep birlikte ‘güçlü Türkiye’ ile gururlanıp, hak ve özgürlükler alanındaki uygulamalara, medya ve üniversitelerin tek sesle konuşmasına, sivil toplumun bastırılmasına razı mı olurduk?
Bana razı olurduk ve hastalanma halimizi görmemeyi tercih ederdik gibi geliyor… Dolayısıyla altını çizelim: İktidarın ekonomideki akıl dışı tutumu bu ülkeye sunulmuş tarihsel bir lütuftur. Belki de bu sayede İttihatçılığın ‘doğal’, davetkâr ve rahatlatıcı kucağına dönmeyip, zor, yadırgatıcı ve hatta korkutucu olsa da toplum olarak olgunlaşma yönünde hareket edebiliriz. Eğer siyaset (muhalefet) durumun ciddiyetini anlar ve gereğini yapacak cesareti gösterebilirse…
AKP’nin iktidara geldiği ve AB kaldıracı ile reformist bir yön izlediği dönemde bu topraklarda bir parantezin kapandığını öne sürmüştüm. Kemalizm miadını doldurmuş, başarısız olmuştu. 1922-2002 arası seksen yılı paranteze aldığımızda gerimizde İttihatçılık, önümüzde demokratik bir cumhuriyet alternatifi vardı…
Ne var ki, ihtimalin büyüğü gerçekleşti: İslami hassasiyete sahip olan iktidar da diğerleri gibi yozlaştı, oportünizmin devleti sarmalayan kollarına tutundu, ayakta kalmak uğruna milliyetçi ve devletçi bir çizgiye sığındı ve nihayetinde devlete rehin düştü. Bu macerada reformistler, özgürlükçüler, demokratlar yenildi… Milliyetçiler, devletçiler, oportünistler kazandı.
Bugün o parantez başka bir momentte kapanıyor. 1922’den 2022’ye yüz yıllık bir parantez… Şimdi dindarların, muhafazakârların da üzerine kapanıyor, onları da devletin uzantısı haline getiriyor. Önümüzde yine iki yol var: Biri parantezin öncesinde yer alan bütün çekiciliğiyle İttihatçılık; diğeri ise belli belirsiz, afaki, elle tutulması zor bir değişim, demokratlaşma, olgunlaşma yolu…
Hangisi galebe çalacak? Tarih bizi uyarıyor… Eğer kısa zamanda zor olana, demokratlığa yönelen bir siyasi hamle yaşanmaz, zihniyet eşiği geçilemezse, çok alçak olan İttihatçılık eşiğini çoktan geçmiş olduğumuzu fark etmeden uzun bir süre daha böyle devam eder, hastalanma halini normalleştirir, dünyanın ‘çözmesi’ gereken bir mesele haline gelebiliriz.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞPınar Gültekin kararının anatomisi: Bu kararı ailenize izah edebilecek misiniz? 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarKürt meselesinin toplumsal boyutu 16.01.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın planı tuttu 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
20.02.2025
15.10.2024
24.09.2024
19.09.2024
10.09.2024
2.09.2024
13.04.2024
12.04.2024
11.04.2024
28.11.2023