Sezin ÖNEY

Sezin ÖNEY
Sezin ÖNEY
Tüm Yazıları
Bir ‘masumiyet’ müzesi
4.05.2012
3237

 Orhan Pamuk, yeni açılan roman/müze, “romantik müze”, Masumiyet Müzesi’ni şöyle anlatmış: “[Ziyaretçiler] bütün bu eşyalarla o günkü İstanbul hayatını görecekler... Kemal de bu müzeden çok hoşnut kalırdı.”

Pamuk’un müzenin açılışı vesilesiyle yazdığı manifestoda da, şu öneriler yer alıyor:

“Bir topluluğun (...) tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz...

Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların hikâyesini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek. Bana göre müzeler, bir devleti, milleti, şirketi, belirli bir tarihi vs. iyi temsil edip edememeleriyle değil, tek tek bireylerin insanlığını ortaya çıkarıp çıkaramamalarıyla ölçülmeli.

Müzeler daha küçük, daha bireysel ve daha ucuz olmalı. Ancak böyle, tek tek insanların hikâyelerini ifade edebilirler. Büyük kapılı büyük müzelerde, insanlığımızı unutup devleti ve kalabalıkları hatırlamaya çağrılıyoruz. Bu yüzden Batı âlemi dışında milyonlarca insan müzelere gitmekten korkuyor.

Büyük anıtsal, sembolik müzelere giden para ve kaynaklar, tek tek insanların hikâyelerini anlatan küçük müzelere gitmeli. Bu kaynaklar, insanları kendi küçük evlerini ve hikâyelerini ‘müzeleştirmeye’ teşvik edip onlara destek olmalı.”

Batı âlemi dışında insanların müzeye gitmekten korktuğu oryantalizminin ve Kemal’in hayalden (neredeyse) gerçeğe geçişindeki tuhaf dönüşümün tarihe ve müzelere uzanan macerasının kışkırttığı yolun çekici çağrısına kulak asmayıp, Pamuk’un yazdıklarını, onun düşüncelerini eleştirmek amacıyla yorumlamayacağım. Sadece, “gerçek” ve “fanteziyi” karıştırmaya yönelik, Türkiye’de özellikle yaygın eğilimi düşününce, Kemal’in “gerçekleşmesi”, müzeleşmeyen binlerce tarihî “gerçeklik” arasında sıyrılıp da, birden nefes alıp veren bir “faniye” dönüşmesi, çok da komik aslında deyip geçeceğim.

Derdim, Pamuk’un müze manifestosunun bana çağrıştırdıklarını, “Masumiyet Müzesi” ve manifestosundan bağımsız tartışmak.

“Bireylerin üzerinden tarihi okumak”, Türkiye’de, “sözlü tarih” kavramının yaygınlaşması ve birden “yaşayan tarih kaynaklarının” aramızdaki varlığının farkına varılmasıyla üzerine çokça konuşulur oldu. Dünyada ise, özellikle 2. Dünya Savaşı ve bu savaşı sağ salim atlatabilenlerin tanıklıkları üzerinden, zaten “şahitlik” ve “tarih” kavramları üzerine bayağı bir kafa yoruluyordu. Türkiye’de tarih yakın zamana kadar, “sıkıcı” nitelemesiyle anılan ve eskinin atılıp satıldığı, “yeninin” hep daha fazla arzulandığı bir toplumsal değerler sıralamasında, pek de talibi olmayan bir alandı.

Filozof Giorgio AgambenAuschwitz’den Kalanlar: Tanık ve Arşiv kitabında, “tanıklık” kelimesinin kökenine iniyor; şahit veya tanık, Yunancada, martis, yani “şehit” demek. Çok da ironik bir şekilde, “şehitlik” kavramı, önce dinî sonra da milli anlamını almadan önce “hatırlamak” fiilinin kökünden kaynağını alıyor. Yani, “başına gelen”, olaya şahit olan, dolayısıyla hatırlayan kişi, şehit. Aslında da, olayın gerçek tanığı yaşananları anlatamadığı için, hayatta kalanın kendi kişisel süzgecinden geçirip yansıttıkları ve kendince hatırladıkları üzerinden tarihi, “yaşamışçasına” ne kadar anlayabiliriz?

Müzeler de, vites küçültse ve devletin azametinden uzaklaşıp ufalıp, kişiselleşseler bile, aslında hep “güzelleme” ve “kötüleme” mekânları olarak kalmaya mahkûmlar.

Mahrem olan, gözden uzak kalan veya gösterilmek istenmeyen “gerçekler”, müzelerin, yani geçmişi topluluklara sergilemeyi hedef alan mekânların kapsama alanından uzak kalmak durumunda.

Geçmiş defterlerin yeni yeni açılmaya başlandığı günümüzde de, müzeler hatırlasın, mahkemeler yargılasın ve geçmişle hesaplaşalım gibi geçmişi geçiştiren bir yaklaşım var Türkiye’de. Elbette, geçmişi yansıtmaya çalışan müzeler olması ve geçmişte işlenen suçların yargılanması çok da önemli. Fakat, iş orada bitmiyor, geçmişle hesaplaşmaksa sözkonusu olan, ancak o noktada daha yeni başlıyor.

Tek başına müzelerin, geçmişte yaşananları “son söz” olarak, hatta “olduğu gibi” aktarmak veya bugünün “adaletini” sağlamak gibi bir gücü yok. Müze, ister bireysel yani daha “masum” olduğunu varsaydığımız biçimde oluşturulsun, ister “eski usul”, devlet elinin tarihi “şekillendirme”, olmadığı biçimde aktarma kaygısını yansıtsın, geçmişin sadece bir yorumu. Tarih okumaları, yazımı ve yansıtmalarında, “inkâr” tuzağına asla düşmeden, yorumların, şahitliklerin çokluğunun farkında olmak da gerek.

Aynı şekilde, yargının, mahkemelerin verdiği hükümlerin de, aslında “adalet” ile bir alakası olmayabileceğinin de...

Hukukun dayandığı kurallardan biri, nullum crimen sine lege, nulla poena sine lege; yani, “Kanun yoksa, suç veya ceza da yoktur”. Vicdanen veya ahlaken suç olarak kabul ettiğimiz bir şey, hukukta illa ki “suç” olarak kabul edilmiyor. Her ceza da, “adalet” addettiğimiz şeyin yerine geldiğinin garantisi olamaz. Bu, hukuka inançsızlığı destekleyen bir tez değil, tersine, “adalet” kavramının, geçmişle yüzleşmenin karmaşık doğasının bir işareti sadece.

Geçmişle hesaplaşabilmek, ne müzelerin, ne de hukukun altından kalkabileceği bir şeydir. Onları da kullanan bir zihin dünyası gerektirir.

Gene bambaşka bir dala atlayıp, Masumiyet Müzesi’nin bir roman ve dönüştüğü haliyle, müze olarak şanına yaraşır biçimde, yine Agamben’den bir alıntıyla kapatalım bu yazının perdesini: “Aşk, âşık olunanın özelliklerine yönelik değildir hiçbir zaman. Âşık olan, aşkını, olduğu gibi, olduğu haliyle, tüm özellikleriyle ister.”


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar