Yasemin ÇONGAR
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.
***
Verba volant, scripta manent. Harf değil ses olarak doğmasına rağmen uçmayıp kalmasını, bu kudretli sözün aleyhine kullanacak değilim. Bundan belki bin yıl evvel Roma’da bir senatörün, anlaşmaların artık kelâmla değil kalemle yapılması gereğini vurgulamak için söylediği “Söz uçar, yazı kalır” cümlesinin, harikulâde ahengini ve mantığını koruyarak çağları, toplumları, lisanları aşıp bize kadar erişmesinde, bilâhare yazıya geçirilmiş olmasının da payı büyük zira. “Biz” dediğimiz, uçup gidenlerden artakalan şey değil mi zaten?
Scripta manent. Söz, ister istemez kulaktan kulağa, hafızadan hafızaya, haliyle de bol bol eğilip bükülerek taşınmasına bağlarken hayatiyetini, yazı durduğu yerde sükûnetle durup, birinin er geç onu bulacağından emin beklemiyor mu? Hayal ya da hakikat, iftira ya da itiraf, itham ya da özür –hâsılı doğrusuyla eğrisiyle, yalanıyla yılankâvisiyle her meramımız– sözde kalmayıp, yazıya dönüştüğünde ölümsüzleşmiyor mu?
Hâtırasını saklayacağım, yazıları kalacak
Geçtiğimiz hafta bir makale, bir biyografi ve ikisinin ortak hediyesi olan belki doğru belki yalan bir hikâye, bu sözü ayrı ayrı tescillediler zihnimde: Scripta manent.
Yazı kalıyor gerçekten. Christopher Hitchens’ın Vanity Fair dergisinin şubat sayısındaki makalesini okurken, geçmişte kâh beni kendine çeken kâh elinin tersiyle itiveren şeyler yazmış olan ve hakkında galiba hiçbir zaman kararımı tam veremediğim bu delişmen adama dair tek tük hatırâmı, zihnimin emniyetli bir köşesinde saklamak istediğimi hissettim. Gazeteci-yazar-edebiyat eleştirmeni Hitchens, 15 aralıkta öldü; kanserle gelen pek vakitsiz bir veda. Altmış iki yaşındaydı.
Onu, yıllar önce üç beş kişilik bir yemekte tanımış, ardından birkaç kalabalık davette karşılaşmış ve bir kez de, Washington’daki bir barda tamamen tesadüf eseri yan yana taburelerde, Kıbrıs’tan konuşup sıkılarak sonunu getirdiğimiz birer biranın içimi süresince dinlemiştim. Ama yazdıklarını bilirim. Makalelerinden, kitaplarından bende kalan şeyler var. Ve işte şimdi, ölümünün üzerinden dört-beş hafta geçmişken, basılı halini göremeyeceği son makalesiyle yine “kalmaya” gelmiş sanki. Bu kez, Charles Dickens’ı anlatıyor.
Umutsuzluğa çocukça gülerek direnmek
İngilizcenin en kudretli yazarlarından, dünyanın gelmiş geçmiş en popüler romancılarından ve Victoria Çağı edebiyatının en büyük ismi sayılan Charles Dickens (1812- 1870), 7 şubatta iki yüz yaşına basıyor.
Fransız Devrimi sırasındaki Londra ve Paris’i yazdığı İki Şehrin Hikâyesi ’ni “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü…” diye bugün artık meselleşmiş bir tarifle başlatan, David Copperfield ’e hayatının hikâyesini anlattırırken, bir insanın ancak kendinden dışarı büyük bir adım attıktan sonra yapabileceği bir sorgulamayla, “Kendi hayatımın kahramanı olacak mıyım, yoksa bu mertebeyi bir başkası mı alacak, bunu şu sayfaların göstermesi gerekiyor”diyerek işe girişen Dickens, hem bunlar gibi nice unutulmaz cümle bıraktı bize, hem de “Dickensians”(Dickensgiller) diye anabileceğimiz epeyce kalabalık bir nüfus… Ebenezer Scrooge’dan Oliver Twist’e, Fagin’den Pip’e, Samuel Pickwick’ten Uriah Heep’e kadar, bir kez tanıdınız mı bir daha kolay kolay aklınızdan çıkmayan, her biri kalıcılaşmaktan öte, türünün emsaline dönüşerek birer “tip” halini alan karakterler, Dickens’ın zaman zaman aşırı duygusal ve karikatürvâri yazmakla eleştirilmesine vesile oluştursalar da, inanıyorum ki, benim gibi nice sıradan okur, onları, haklarında kötü konuşulmasını istemeyecek kadar “kendinden” sayıyor artık.
Yine de, “Dickens’a laf söyletmem arkadaş” diyecek değilim. Onun Antikacı Dükkânı’ndaki romantizmiyle, “Bir insanın, Küçük Nell’in ölümünü kahkahadan gözyaşlarına boğulmadan okuyabilmesi için taştan bir kalbi olması gerekir” diye dalgasını geçen Oscar Wilde beni de güldürüyor haliyle. Ama Tolstoy’un söylediği “Dickens, okuruna kendini bu denli sevdirebiliyor çünkü kendisi de, yarattığı edebî karakterkeri gerçekten çok seviyor”sözünü de ziyadesiyle makbul buluyorum.
Doğrusu, kalemiyle kime nasıl çelme takacağı pek kestirilemeyen Hitchens’ın Vanity Fair’deki makalesini okumaya başlarken, “Charles Dickens’ın İçindeki Çocuk” başlığındaki istihza beni biraz ürküttü. Yanılmışım. Dickens’ı, sadece romanlarının içinden değil, aynı zamanda daha önce pek bilmediğim bir dizi siyasi gaflet ve marifetiyle birlikte anlatan Hitchens, onu bütün “Dickensgilliği”içinde sahici bir sevgiyle tasvir etmiş.
Britanya doğumlu ama hayatı, yazısı ve zihniyeti itibariyle epeyce Amerikalılaşmış bir adam olan Hitchens, Dickens’ın etkisini her şeyden ziyade, kendi şehri Londra’nın kenarda kalmış insanlarını edebiyatının merkezine koymasında görüyor. “O kendi hayatından çok daha geniş ve derin güç kaynaklarından besleniyordu. Bunlardan en önemlisi, sistemin görmezden geldiği onca insanın çıplak ve inatçı varlığıydı” diyen Hitchens’a göre, Amy Dorrit’ten Mr. Micawber’a kadar nice karakterini şehrin mümbit arka sokaklarından toplayan Dickens, onlara çok özel bir iktidar alanı da sağladı: “Hepsinin de, hissettiği bir acısı ve yaşaması gereken bir hayatı vardı ve çoğunun devam edebilmesinin tek nedeni çok özel bir mizah ve absürd duygusuna sahip olabilmeleriydi.”
Dickens’ın, Shakespeare’den iki asır sonra ve arada hiçkimsenin başaramadığı şekilde, Londra hayatının zenginliğini ve yoksulluğunu deşerek, şehrin hem önderine hem de vakânüvisine dönüştüğünü yazıyor Hitchens. Bunu yaparken de, Antikacı Dükkânı’nın son bölümlerinde bizzat hatırlattığı üzere,“görüş zaviyesinde hep çocuğu tuttuğunu” söylüyor. Hitchens’ın makalesi, Dickens’ın“içindeki çocuk”la alay etmiyor velhâsıl; aksine, o çocuğun –mizaha en fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bana çok da iyi gelen– gülme ve saçmalama yeteneğinde, umutsuzluğa karşı kuvvetli bir direnç buluyor.
Tabii, Dickens’ın edebiyatının merkezine yerleşmiş olan muzip “çocuğun,” yazarın siyasi yaklaşımlarında kendine pek bir yer bulamadığını da yine Hitchens’dan öğreniyoruz: Onun Britanya’nın hükümranlığından bıkan Amerikan yerlilerine karşı ya da adasındaki isyanı zorbalıkla bastıran Jamaika Valisi Eyre’den yana çıkarkenki haşin tavrını anlatırken, “Dickens’ın içindeki kötülük bir kez harekete geçti mi, azımsanabilecek gibi değildi” diye veriyor hükmünü.
Her Bozsevere lâzım bir biyografi
Hitchens’ın makalesinin şu sıralarda Amerika ve Britanya’da çok tartışılan bir bölümü var ki, insanı, Dickens’ın “içindeki kötülük” üzerine daha etraflı düşünmeye sevkediyor. O bölüme döneceğim ama önce, Hitchens’ın heveslendirmesiyle okumaya başladığım biyografiden söz etmek istiyorum biraz.
1933 doğumlu Claire Tomalin, daha evvel Katherine Mansfield, Thomas Hardy ve Jane Austen gibi edebiyatçıların biyografilerini kaleme almış, hâlihazırda İngiliz PEN Örgütü’nün başkanlığını yürüten bir gazeteciyazar. Tomalin’in birkaç ay önce yayımlanan Charles Dickens: A Life (Charles Dickens: Bir Hayat) adlı kitabı, romancının doğumgünü kutlamalarına yetiştirilmiş çalakalem bir derleme olmaktan çok öte, hem sağlam bir edebiyat eleştirisi hem de sırlarla meşgul bir hayat hikâyesi sunuyor okura.
Karakterleriyle, Tolstoy gibi Kraliçe Victoria’yı da etkileyen Dickens’ın hayatının ilk konturlarının, babasının iflası sonrasında yoksulluk çekerek ve çocuk yaşta ayakkabı cilâsı üreten bir fabrikada çalışmasıyla çizildiğini okurken, “sistemin dışta bıraktıklarını” niye ısrarla sahiplendiğini daha iyi anlıyorsunuz. Yirmi dört yaşından itibaren hızla ünlenen bir yazara dönüşmesinin arkaplanında, yazma tutkusu kadar ciddi bir para kazanma hırsının da olması, Oliver Twist’in ilk on bölümüyleMister Pickwick’in Serüvenleri ’nin son on bölümünü aynı anda, her ay tefrika edilmeye hazır doksan sayfa üreterek tamamlamasını açıklıyor. Tomalin, hayatının üçte ikisini müthiş bir enerjiyle hiç durmaksızın çalışarak geçiren, tükettiği onca içkiye ve puroya rağmen ayakta kalmasını, yazmaya asla ara vermemesine borçlu olan bir adamı anlatıyor.
Kimileri için hep, bazı eserlerini imzaladığı adla “Boz” olarak kalan Dickens’ın “yazar” zırhının aralanıp, zorba ve zayıf “insan” halinin ortaya çıkmasına ise, aşk sebep oluyor. Kırk beş yaşındayken, henüz on sekizindeki Nelly Ternan’a gönlünü kaptırıyor Dickens ve gözü bu genç kadından başka kimseyi görmüyor artık. Bir yandan, yirmi yıllık karısına eziyet eden bencil ve zâlim bir erkek olarak anlatıyor Tomalin onu; diğer yandan, Victoria İngilteresi’nin katı ahlâkçı ortamında, Nelly ile birlikte olmak için yaptığı pek meşakkatli düzenlemeler nihayet yerli yerine oturduğunda, artık istediği ilişkiyi yaşayamayacak kadar yaşlı ve yorgun bir adam kalıyor Dickens’dan geriye. Onun bitmek bilmez görünen enerjisinin, ellili yaşlarına vardığında nasıl tükeniverdiğini büyük bir şefkatle yazan Tomalin, sıra edebiyatına, özellikle bazı eserlerindeki duygusallık dozuyla dalga geçmeye geldiğinde ise, Oscar Wilde’dan pek aşağı kalmıyor.
Dickens bir gün Dostoyevski’ye demiş ki…
Gelelim, bugünlerde edebiyat âlemini meşgul eden ve Hitchens’dan “şüphe götürür,” Tomalin’den ise “hayret verici” kayıtları eşliğinde öğrendikten sonra, beni de bu yazıyı yazmaya yönelten müthiş hikâyeye. Buyrun, birlikte okuyalım:
“Romanlarındaki bütün o basit kişilerin, Küçük Nell’in, hatta Barnaby Rudge gibi mübarek budalaların bile, aslında kendisinin olmak istediği türden insanlar olduklarını, romanlarındaki kötü kişilerin ise bizzat kendisi olduklarını; daha doğrusu, onları kendi içinde bulduğunu, kendi hoyratlığını, huzura ermek için kendisinden yardım bekleyen muhtaçlara sebepsiz yere gayet hasmâne biçimde saldırmasını ve sevmesi gerekenlerden hoşlanmayıp kaçmasını onları yazarken kullandığını anlattı. İçinde iki ayrı kişi olduğunu söyledi bana: O kişilerden biri, onun hissetmesi gerektiği gibi hissediyordu, diğeri ise bunun tam tersi hislere sahipti: ‘Aksi hislere sahip olanın içinden kötü karakterlerimi yaratıyorum, bir insanın sahip olması gereken hislere sahip olanın içinden ise kendi hayatımı yaşamaya çalışıyorum.’ Ben de ona, ‘İçinde sadece iki kişi mi var’ diye sordum.”
Tahmin edeceğiniz üzere, kötülüğe muktedir karakterlerini “olduğu,” iyilerini, saflarını, aptallarını ise“olmak istediği” insandan doğurduğunu anlatan kişi Dickens’dan başkası değil. Sürpriz, Dickens’ı dinleyip, ona içinin niye daha kalabalık olmadığını sormayı akıl eden adamın kimliğinde.
İddiaya göre, o adam Fyodor Dostoyevski’den (1821-1881) başkası değil. İddia diyorum, zira ilkin bundan on yıl önce Dickensian dergisindeki bir makalede yer verilen ancak çabuk unutulan bu metin, o güne dek ve o günden sonra, hakkında başka hiçbir bilgiye ulaşılmayan “Dostoyevski- Dickens buluşması” üzerine yegâne tanıklık olmayı sürdürüyor. Bu tanıklığın gerçek mi, sahte mi olduğu tartışması ise, Dickens’ın iki yüzüncü yaşgününün yaklaşması ve Tomalin’in de metne kitabında yer vermesiyle alevlendi. 1905’ten beri yayımlanan edebiyat dergisi Dickensian, bunun üzerine, internet sitesine “Dickens-Dostoyevsky buluşmasının hikâyesi otantik olmayabilir” diye “uyarı” başlıklı bir not koydu geçenlerde.
Hikâyeye göre, Dostoyevski 1862’de Londra’ya gittiğinde Dickens’ın çıkardığı All the Year Rounddergisinin bürosunda İngiliz romancıyla buluşuyor ve daha sonra, 1878’de Stepan Dimitriyeviç Yanovsky’ye yazdığı mektupta o buluşmayı, burada okuduğunuz alengirli paragrafta anlatıyor. Hitchens, hikâyeyi “inandırıcı” bulmayanlardan… Öyle ya, iki yazarın da kişiliklerinin nefis bir analizini sunan bu paragraf eğer gerçekse, Dostoyevski’nin, hakkında “yazarların hemeroidini tedavi eden hekim” olduğundan başka bir şey bilmediğimiz Yanovksy’ye yazdığı o mektubun Rusça aslı, bugün edebiyatın en değerli hazinelerinden biri sayılmaz mıydı; bu buluşmayı ve diyalogu birinci elden tasvir eden başka metinler, başka tanıklıklar da çıkmaz mıydı ortaya? Hadi söz uçtu gitti diyelim, iki dev yazarın buluşmasından başka bir yazı kalmaz mıydı geriye? Ama belki de o kadar önemli değil bu sorular. “Buluşup, böyle konuşmuş olabilirler ama bundan şüpheliyim” diyen Hitchens, hemen ekliyor nitekim: “Charles Dickens’ı kutlamanın harika olan yönü bu zaten. O hakikaten ölümsüzlerimizden biri bizim, ve efsanesinin, ortaya bir-iki Dostoyevski sürüp, sonra geri çekmesinin pek de bir ehemmiyeti yok aslında.”
Yazarlar
-
Doğu ErgilBeklenen Mesih: Kurtarıcı arayışının toplumsal anatomisi 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURTrump’ın Gazze Planı’nın alternatifi ne? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünEleştirelim ama plana da şans tanıyalım… 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanS-400’leri ne yapabiliriz? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin KarabaşoğluYönetilenlerin özgürlüğü yöneteni de özgürleştirir 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYABarış ve Demokratik Toplumun İnşası İçin Meclis Adım Atmalı: Yasa Çıkarmalı, Komisyon Öcalan’ı Dinle 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEÖcalan’ın özgürlüğü 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTrump Planı? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİHamas’ı kim silahsızlandıracak? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞ“Ortaklaşmacı demokrasi” örnekleri: Fransa-Yeni Kaledonya özerk bölgesi 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZYeni Çözüm Süreci: Hakikatle yüzleşme 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanJet motoru sıkıntısı: Tek geciken Kaan değil 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayArjantin’in çıkmazı: Şok terapi, bağımlılık ve ABD’nin gölgesi 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasKendi uçağımızı kendimiz yaparken 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUGazetecilik bir kez daha tartışılıyor 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalKirk ve ICE vakaları ile faşizme doğru mu? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciAsgari ücret 30.000 TL 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRMHP’li Yıldız’ın KON’u AK Partili Miroğlu’nun Roja Welat’ı… 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKrallar ve ulus-devletler 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞSİYASETÇİ ZENGİNLEŞİRKEN VATANDAŞ FAKİRLEŞİYOR, NEDEN? 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANGazetecilik can çekişiyor! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRTÜSİAD isyan etmişti: Ciner’e kayyumun gerekçesi o madde! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRZeytinlik yasasından Akbelen ve İliç'e; enerji ve maden hikâyesinde kaybolan gelecek 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Trump’ın verdiği meşruiyet” notları 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluTrump’a neler verdik, neler alacağız! 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYMutlakiyetçiler ve Cumhuriyetçiler 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKSüreç Suriye’yi, Suriye süreci bekliyor. Peki bu kısırdöngü nasıl aşılacak? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSarkozy’nin tarihi mahkûmiyeti 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇZaferden hapishaneye 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan’ın tercihleri 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTrump-Erdoğan görüşmesine hile karıştı mı? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuBoeing - Gazze ilişkisi nedir? 26.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNYetersiz bakiye! 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaŞimdi de Mansur Yavaş hedefte 24.09.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞBayrampaşa ve maskeli balo 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENKasabın bıçağını bileyen adam 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezGonca Kuriş’in kemiklerini, sevenlerin yüreğini sızlattılar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraCumhuriyet-Halk-Parti 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRYANARDAĞ ÖZÜR DİLEMELİ 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’nin en iyi/kötü dönemi hangisiydi? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENPogromlar, darbeler, acılar ayı Eylül.. 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçArşivden | 12 Eylülcüler nasıl bir ülke hayal etmişti? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir 12 Eylül Sabahı 12.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİN2016 belediye ablukaları ve 2025 darbesi 9.09.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMesele CHP Değil! 8.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAAçlığı yönetemeyenler aç hayvanlarla uğraşıyor: Ülke yangın yeri 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBİR ÖĞRETMEN YETİŞTİRME HİKAYESİ 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRojava: Beklentiler, Gelişmeler, Olasılıklar 5.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKParti kapatma! Kayyum veya emanetçi ata yeter… 4.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezHangisi doğru? 3.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANBilge ve bilgin Mete Tunçay 19.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞDemirtaş’a Kobane mahkumiyeti: Gerekçedeki “10 kusurlu hareket” 28.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
5.12.2013
24.09.2013
27.07.2013
29.05.2013
1.04.2013
8.12.2012
1.12.2012
17.11.2012
10.11.2012
3.11.2012