Bülent KORUCU

Dershane meselesi karakolda bitebilir
14.08.2015
1854

 Türkiye, bir hukuk devleti midir? Anayasamızın ikinci maddesi buna amir olduğu için normal şartlarda hiç teklemeden ve tereddüte imkân bırakmadan bu soruya evet dememiz gerekiyor.

“Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddesiyle anayasamız hukukun üstünlüğünü bir mecburiyet olarak önümüze koyuyor. Ne yazık ki bilhassa son dönemde yaşadıklarımızdan sonra hukuk devletinin var olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Hukuk devleti olmak, öncelikle yürürlükteki mevzuata -usulüne uygun şekilde değiştirilene kadar- uymayı şart koşuyor. Bunun yanında mevzuatın hem uygulayıcısı hem de diğer uygulayıcıların denetleyicisi olan yargının bağımsız ve tarafsızlığı olmazsa olmaz şartlardan. Yargı kararlarının bağlayıcılığı ve istisnasız uygulanması zorunluluğu da bu minvalde sayılır. Yukarıda saydığım ilkelerden bir tanesinin çiğnenmesi hukuk devleti olma özelliğini ortadan kaldırırken, ülkemizde ne yazık ki neredeyse tamamı ihlal ediliyor.

Son ihlal Anayasa Mahkemesi'nin dershanelerin kapatılamayacağı ve yasaklanmayacağına dair kararından sonra ortaya çıktı. Milli Eğitim Bakanlığı, bağımsız akademisyenlerin uyarılarına kulak tıkayarak bile bile lades yaptı ve yasakçı kanunu çıkardı. Beklenen son gecikmeli de olsa geldi ve kanun iptal edildi. Bakan Nabi Avcı ve ekibi hâlâ bu çok açık ve tevile imkân tanımayan karara rağmen bildiğini okumaya çalışıyor. Oysa AYM kararları, kesin ve bağlayıcı. Anayasa 138. madde şöyle diyor: “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”

Uymamak, hafifinden görevi suistimal ve görevi ihmal suçu oluşturur.

Ceza Kanunu madde 257 “Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” diyor. Bakan ve müsteşarı dahil bütün kamu görevlileri AYM'ye karşı direnişlerinin cezası olarak asgari bu maddeden yargılanır. Mağdurların, hem idareye hem de kişilere karşı tazminat davası açma hakkı da saklı kalır.

Yargı kararlarına karşı sistematik, organize ve tekrarlayan direnişin ‘görevi kötüye kullanma' olarak geçiştirilemeyeceği de açık. Bu yolun sonu TCK 309'a kadar gidebilir. Anayasal düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs bile denebilir. Cebir ve şiddet şartı için ise Yargıtay içtihatlarında manevi cebir var. Buna zorlama bir yorum denilebilir. Doğru, fakat anayasal düzenin en önemli parçası olan yargı kararlarını yok farz etmenin o düzeni ortadan kaldıracağı ortada. Milli Eğitim Bakanlığı sadece AYM değil, yine bir yüksek mahkeme olan Danıştay'ın kararlarını da uygulamamak için sistematik direniş gösteriyor. Yerel mahkeme kararları da cabası. İdarenin bütün eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunu açık tutan anayasanın fiilen çöpe atılmasının önüne nasıl geçeceğiz? Bu can alıcı soru önümüzdeki günlerin en önemli tartışma mevzularından olacak.

Hukuk, mağduriyetler karşısında yegane sığınak ve biricik telafi imkânı. Bunu ortadan kaldırdığımızda anayasal düzenin sağlıklı işletilmesi mümkün olmayacak. Dershane meselesinin asıl önemli kısmı bu bence. AYM kararlarını uygulamayan bir yönetimin anayasaya ve diğer kanunlara riayetini nasıl temin edeceğiz? Mağduriyet demişken şunu da ihmal etmeyelim: Bir siyasi inat uğruna yüz binlerce öğrencinin, bu sektöre para yatırmış sermayedarın ve on binlerce öğretmenin içine düşürüldüğü belirsizlik halinin izahı yok. Böylesine bir inat ve kin, her türlü endişeyi haklı kılıyor.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar