Markar ESAYAN

Kandil neden böyle yaptı?
13.10.2014
2788

 'Çünkü PKK silah kullanan bir terör örgütü' diyebilirsiniz ve bu pek çokları için yeterli bir cevap olur, söyleşi biter. Ama gelin biraz daha ileri geçip anlamaya çalışalım...

Kürtlerin cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığı devlet terörü 1980 darbesi ile iyice azgınlaşınca, ortaya çıkan 'direniş' kurumunun Marksist-Leninist bir yapıda olması konjonktürel olarak kaçınılmazdı. Aslında karşımızda, Leninizm'den gelen (Gramsci'nin hegemonya kavramıyla) tüm dini kavramları ve ihtiyaçları taklit eden bir örgüt de vardı ve bu PKK'ya özgü değildi. Parti hiyerarşisi, elit tabakası, ayinsel askeri törenler ve ilmihaliyle tüm totaliter-otoriter yapılar (Kemalizm, Faşizm gibi) benzer bir organizasyon tanımlanmıştır.

Ama daha da belirgin olan, Kürtlerin, Kürt olarak etnik yalnızlığa mahkûm olmalarını önleyecek ama şiddet kullanmayı da meşru gösterecek ideolojik meşruiyeti Marksizm'in vermesiydi. Din, dil, ya da etnik köken ayrımlarının önemsizleştiği, sosyal ve ekonomik sınıfları öne çıkaran, lakin demokratik olmayan radikal değişim hareketleri, PKK'ya devrimci kalarak milliyetçilik yapma imkânı verirken, diğer milletlerin desteğini de garanti ediyordu. Türk sosyalistlerinin PKK'ya yamanması gibi.

Özetle, Marksist-Leninist örgütlenme yöntemleri, şiddeti kullanma meşruiyeti, devletin uyguladığı baskı ve yerel milliyetçiliğe uyarlanma kolaylığı ile PKK için işlevseldi. En basit açıklama da Öcalan ve diğer örgüt elitinin Marksist-Leninist olmasıydı tabii. Öcalan da tıpkı Lenin gibi iyi bir taktisyendi. Zaten neden Kürtler arasından o değil de bu örgütün, neden siyasetin değil de şiddetin sivrilmiş olduğunu anlamaya çalışıyoruz.

1990'larda Marksizm'in tarihin çöp sepetine atıldığını gören Öcalan'ın tam da bu dönemde 'silahlı mücadele döneminin kapandığını' ifade etmeye başlaması oldukça anlaşılır. Örgütü ayakta tutmaya çalışan ve biraz tarih-kuram bilen bir liderin yapması gereken bir tesbitti bu. Butik bir cinayet şebekesine dönüşüp taban desteğinden yoksun kalmamak için hızlı biçimde örgütü siyasete adapte etmek gerekiyordu. Tabii bu dönüşümün asgari şartı devlette uygun bir partner bulunmasıydı.

Öcalan ilk şansı Özal ile yakaladı. Ama Özal talihsiz siyasi hatalar yaptı ve tasfiye edildi. Erbakan ise 28 Şubat'la gönderildi. Son 'milli' muhatap AK Parti hükümeti oldu. Öcalan savaşkan ve güvenilmez eski Türkiye elitleri ile barış yapılamayacağını biliyordu. Eğer Erdoğan yeteri kadar güçlenebilirse, Öcalan'a bu geçiş için uygun ortamı sağlayabilirdi. Öcalan'ın Newroz mektuplarında önerdiği konsept ve sigorta buydu: Biz bize çözüm...

Ama asıl sorun devletten ziyade örgütün kendisi ve meşru siyasi partisinde yaşandı. Tarihi hala 1917'den okuyan bir ideolojik kofluk, statü endişesi ve ahlaki özerkliği yitirmiş olmanın engelleri nasıl aşılacaktı?

Öcalan belki de bu yüzden 1999 yılında Türkiye'ye teslim edilmişti: Örgütü savaşkan tutmak için tarihi anda kritik bir dokunuş...

Otoriter toplum yapısı bu sefer değişim için işlevsel olacaktı. Öcalan, taban, örgüt ve parti üzerindeki otoritesini değişim ve siyasileşme yönünde kullanacağının işaretlerini verdi. Bunu dikkatli yapmalı ve kontrolü yitirmemeliydi. Çünkü siyasi dönüşümü başaramadığını kabul etmişti. Bu arada Öcalan'a güvenmenin de konjonktürel şartlara bağlı ve bir sınırı olduğunu eklemekte fayda var.

3 Ocak 2013'te ilan edilen Çözüm Süreci'nden Kandil ve BDP'nin bir bölümünün hazzetmediği belliydi. Bu döneme hazırlanmak için ideolojik bir sıçrama yapamamış olmaları, diğer yandan Barzani'nin güneyde yarattığı çekim merkezi örgütte sıkışma yaratıyordu. Lakin 'barışın imkânsızlığına' olan inanç rahatlatıcıydı.

Nitekim birçok provokasyon yaşandı. Süreçte yavaşlıklardan, hatalardan bahsedilebilirdi ama kararlılıktan taviz verilmediği ortadaydı. Çözüm Süreci yüzünden Gezi ve 17-25 Aralık darbelerine maruz kalınmasına ve son vandallıklara rağmen.

Nitekim bu aşamalar da geçildi, Çözüm Süreci yasası Resmi Gazete'de yayımlandı. İkinci aşamanın arifesine gelindi. Bu Türkiye tarihinde bir ilkti ve evet büyük bir devrimdi. Aslında dünyada da bir ilkti. Herkes sürecin yavaşlığından şikâyet ederken çoğunlukla sahtekârlık veya maksimalizm denizinde kulaç atıyorlardı. Çünkü dünyada örnekleri ile karşılaştırıldığında, (üstelik Türkiye Britanya gibi siyasi istikrara sahip olmamasına rağmen) süreç oldukça hızla ilerliyordu. 'Barış tehlikesi' büyüyordu ki son ayaklanma provası Kobani üzerinden imdada yetişti.

Silvan'da müzakere masasının tekmelenmesi ile TSK ile girilen çatışmalarda bin civarında PKK'lının ölmesi sorun değildi ama Kobani'de 500 PYD'linin IŞİD çatışmalarında hayatını kaybetmesi Türkiye'de içsavaş çıkarmak için yeterliydi. Rojava'da savaşarak kaybederken, Türkiye'de barışarak kazanmak Kandil için çok riskli göründü. Kendi varlığını tamamen anlamsızlaştıracağını düşündü.

Oysa Kandil'in önünde Türkiye'de siyasileşirken, Suriye'de meşru bir savaşı vermenin imkanı var. Yani, yumurtaları aynı sepete koymamak gibi basit ve hep çalışan bir kuraldan bahsediyorum. İran, Irak ve Suriye'de Kürtler insan yerine konmazken, sürekli öldürülürken, İran Kürdistan Demokratik Partisi Genel Sekreteri Halit Azizi 'Keşke İran da bir Çözüm Süreci başlatsa' derken, Türkiye'de kurucu özne olma şansını yitirme gayretini anlamak mümkün mü?

Kandil ve HDP şiddet sonrası döneme zihnen hazır olmadığı için provokasyonlara da açık. Sorumlusu olduğu sıkışmadan çıkmanın çaresini silaha davranmakta buluyor. Türkiye'de bir içsavaş başlatma gücüne sahip olduğunu göstermek istedi ama başarısız oldu, bizzat Kürtleri dehşete düşürdü.

Vebal büyük ve bu ancak barışa itaat etmekle temizlenebilir.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar