Roni MARGULIES

Şiir benim aklım, düzyazı iradem
5.09.2011
3582

RONİ Margulies’le yeni öykü kitabı Ya Seyahat! ’ten hareketle yazarlık hallerini konuştuk

 

Roni Margulies’e sormuşlar: “Düzyazılarınızda, denemelerinizde, gazete ve dergi yazılarınızda devrim ve sosyalizm, azim ve iyimserlik, mücadele ve yeni dünya özlemi anlatıyorsunuz. Şiirlerinizdense karamsarlık, hüzün, mutsuzluk yansıyor. Bu çelişki değil mi?” Roni Margulies’in geçen hafta yayımlanan Ya Seyahat! adlı kitabının “bir tür önsöz”ünde yazıyor bunlar. Margulies bu soruya verdiği yanıtları “uydurduğunu” söylese de bize gayet mantıklı geldi yanıtlar... Gelelim kitaba; 13 öyküden oluşan kitapta Koltuk, Paralellikler, Babam Amerika’da, İstanbul’un Yerlileri özellikle okunması gereken öyküler. Sanki o seyahat, biraz yazarın babasından kalma koltuğuna, ilk Londra günlerine, Cornell yıllarına, köyüne çekilen Eli Baba’ya, bir döneme, bir tarihe ve birçok duyguya doğru yapılıyor... Margulies, “bir tür önsöz” diye yazdığı yazıyı “Beni Türk psikiyatristlerine teslim ediniz” cümlesiyle bitiriyor.

Ne kadar ciddidir bilemeyiz ama, bize göre Margulies’in yazın dünyasında her şey yolunda görünüyor. Sorularımızın yanıtlarını alınca bundan emin de olduk üstelik. Margulies’le iradesini, aklını, öfkesini ve yazarlığını konuştuk...

Şiir benim aklım, düzyazı iradem diyorsunuz... Bunu biraz anlatır mısınız?

Şiirlerim hakkında sıkça duyduğum bir yorum, “Kitabı bitirene kadar birkaç kez gözyaşlarımı zor tuttum”, “Neredeyse ağlıyordum” filan. Ben bunu her duyduğumda biraz şaşırırım. Çünkü şiir yazarken ne hissediyorsam onu yazıyorum ve ben hüzünlü, marazî, sulu göz bir adam değilim. Öte yandan, geçenlerde bir internet sitesinde gördüm, benden “Taraf’ın sivri dilli Troçkist yazarı” diye söz ediliyordu. Buna şaşırmıyorum. Çünkü gazete yazılarımda genellikle öfkelendiğim konularda ve hiç öfkemi saklamaya çalışmadan yazıyorum. Benim açımdan bir çelişki yok: Şiirlerimde ölümlülüğe, mutlu aşk olmamasına, insan ilişkilerinin sakatlığına, mutsuzluğa karşı bir öfke; düzyazılarımdaysa eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye, savaşa karşı duyduğum öfke kağıda dökülüyor. Bence çelişki yok, ama niye biri hep şiire, diğeri hep düzyazıya yansıyor diye düşünmeden de edemiyorum. Sonunda şöyle bir cevap uydurdum: Troçki’nin önerisi, “Aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği”, yani durumun çok kötü olduğunu aklınla kavrayacaksın, ama bu durumu değiştirme iradeni hiç kaybetmeyeceksin. Durumun kötülüğünü şiirimde, değiştirme azmimi düzyazılarımda ifade ediyorum. Niye mi böyle? Allah bilir!

İkisi arasında bir denge-dengesizlik söz konusu olabilir mi?

Bence yok. Çünkü kişisel mutsuzluk da, adaletsizlik ve yoksulluk da kapitalizmden kaynaklanıyor. Biliyorum, ezbere edilmiş bir laf gibi görünebilir bu, ama değil. Yoksulluğun kapitalizmden kaynaklandığını herkes kavrayabiliyor, ama kadına ve erkeğe belli roller biçen, bu rollere uymadıkları zaman mutsuz olmalarına yol açan, uymayan kadını öldürmelerini gerektiren, iki katlı pembe bir evde iki çocuklu bir aile olarak yaşamayı mutluluğun şahikası olarak gösteren ve o evde mutsuz olanı manyak olarak saptayan da kapitalizm.

Şiir; akıl, düzyazı; irade... Peki, ya gazete yazıları?

Lütfen Ahmet Altan’a çaktırma, ama ben gazete yazılarımı sadece ve basitçe siyasî bir amaçla yazıyorum. Gazeteci değilim, “aydın” değilim, Taraf’ın verdiği maaşla zengin olmayı beklemiyorum. Tek derdim, sosyalizm propagandası yapmak, sosyalizmi anlatmak, Kemalizm’in Türkiye sosyalizmi üzerindeki etkilerine karşı mücadele etmek. Kapitalizmi ortadan kaldırmak duygularla, acılarla, mutsuzluklarla ilgili bir şey değil. Son tahlilde insanlığı mutsuz eden bir sistemi değiştirmekle ilgili, evet, ama ilk tahlilde soğuk kanlı analizlerle, örgütlenmeyle, taktikler ve stratejilerle, inatçılık, kararlılık ve özveriyle ilgili. Bunları şiirde anlatmak zor. En azından bana zor geliyor. Gazete yazılarımda ise, durup düşünüyorum, bu düzenin anlamsızlığını bugün en iyi nasıl anlatabilirim diye.

Şiir yazan Margulies mi öfkeli, yoksa düzyazı yazan mı?

Heriflerin ikisi de çok öfkeli! Sürekli telkin ediyorum, “Sakinleşin biraz, rahat olun, keyfinize bakın” diye, ama bana mısın demiyorlar. Şiir yazan da demiyor, düzyazı yazan da.

“Seyahat etme isteğini çok uzun zamandır duymadım ben içimde,” diyor anlatıcı. Kitabın tamamına baktığımızda geçmişe yolculuk düşüncesine kapıldım...

O anlatıcı ben değilim işte! O öyle diyor, ama ben içimde sürekli başka bir yerde olma isteği duyuyorum. Bir havaalanında veya otelde olduğum zaman garip bir huzur kaplıyor içimi, mutlu oluyorum. “Niye?” diye sormadığın için de bir daha mutlu oldum.

Bir şiirinizde ölen babanız için “tırnakları uzuyor mudur hâlâ” diye yazdığınızı hatırlıyorum. Kitabınızda anlatıcı sıklıkla babasından bahsediyor...

Ha, o anlatıcı benim, itiraf ediyorum. Ama nedenini bildiğimden emin değilim. Bu söyleşinin başından beri psikanalitik bir yöne gider gibiyiz! Ben zaten bunları sık sık düşünüyorum: Niye şiirimle düzyazılarım farklı, niye seyahate ve geçmişe ve otellere düşkünüm, niye babam hakkında yazmak geliyor içimden? Aklıma “gezgin Yahudi” tiplemesi geliyor. Polonya doğumlu dedemin 1925’te Türkiye’ye göçmesi, benim 1972’de 30 küsur yıllığına Londra’ya göçmem, sonra geri dönmem geliyor. Dedem 1989’da, babam 1991’de öldükten sonra kendimi tümüyle köksüz, tarihsiz, geçmişsiz hissetmem geliyor. Ama bir psikanalistin bu konularda ne diyeceği hiç beni ilgilendirmiyor. Ben buyum işte, n’apalım. Yerse!

Kitaptaki bazı öykülerinizde sanki babanızın ruhunun peşinden gitmişsiniz...

Çocukluğum boyunca, babam jazz ve opera dinlerdi, ben ikisinden de nefret ederdim. Sonra 25 yaşımda jazz, 35 yaşımda opera dinlemeye başladım. Bilinçli bir tercih olarak değil, oluverdi. Babamla çok fazla beraber olmadık, 17 yaşımda yurtdışında okumaya gittim. Ama şimdi bakıyorum, el kol işaretlerim bile babamınkilere benziyor. Babamın ruhu şimdi gökyüzünde rakı içiyor, eminim, ama onun peşinden mümkün olduğunca geç gitmek isterim.

İstanbul’un Yerlileri’nde “Yabancılar arasında yaşamayı seviyorum ben, vatandaşlar arasında değil” diyorsunuz. Bu “vatandaşlar”ı anlatır mısınız?

O öykü tamamen isimler üzerine kurulu. Ve öyküdeki bütün isimler gerçek. İlk, orta ve lisedeki arkadaşlarımın ve sınıf arkadaşlarımın isimleri. Çeşit çeşit isimler, İstanbul’un kozmopolitliğini, imparatorluk başkenti olma özelliğini yansıtan isimler. Ve ben İngiltere’ye gittiğim güne kadar bunun ne kadar güzel, ne kadar değerli bir şey olduğunun farkında değildim. Çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca Hristo Marga, Mustafa Özülker ve Bedros Aslanyan ile benim aramda herhangi bir fark olduğunun bilincinde bile değildim.

Şimdi dönüp baktığımda biraz romantik bir gözle bakıyorum kuşkusuz, ne de olsa çocukluğuma bakıyorum çünkü, ama yine de o yıllarda, 1960’ların başlarında, hepimiz yabancıydık, hepimiz eşittik gibime geliyor. Yanılıyorum tabii, 1964’te Rumlar sınır dışı edildi çünkü.
 

Edebiyat mı oluyor, başka bir şey mi

Hepsi değil ama kitabın çoğu öyküsünü Margulies’in hayatından izler olarak okuduğumu düşündüm. Bu sizi rahatsız eder mi?

Hiç yaşamadığım bir şeyi hayal edip yazmakta ben zorlanıyorum doğrusu. Bunun bir zaaf olduğunu, gerçek bir “yazar” olmadığımı çok düşünmüşümdür. Everest’e tırmanan ve tırmanırken oğlu otomobil kazası geçiren bir adam hakkında ne şiir yazabilirim ne de öykü. Benim iki derdim var, yazdığım her şey bunlarla ilgili. Yaşlanmak ve ölmek istemiyorum; herkesin eşit olduğu adil ve güzel bir dünyada yaşamak istiyorum. Bu dertlerimi ifade etmek için (fazla) bir şey uydurmaya gerek duymuyorum, kendi hayatımdan yola çıkarak anlatıyorum. Edebiyat mı oluyor, başka bir şey mi, bilmem. Bana ne?

Röportaj:Sibel ORAL

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar