Ümit KIVANÇ
Size uzuun bir yazı sunuyorum. Suriye'deki sinir gazı saldırısıyla TC hükümetinin ilişkisine dair iddiasıyla gündeme gelen gazeteciyi tanıyabilmeniz için. Aynı zamanda, gazetecilik denen meslek hakkıyla yapıldığında neler olabiliyor, hep beraber hatırlamamız için. Seymour Hersh, Irak'ta, Abu Grayb hapisanesinde Amerikan askerlerinin yaptıkları işkenceler ve işledikleri insanlık suçlarından haberdar olmamızı sağlayan insandır. Olan biteni öğrendikten sonra, bunları yazılabilecek kıvama getirmek için beş ay uğraşmıştı. Sabırla çalışmanın ve iğneyle kuyu kazmanın gazeteciliğin şartlarından olduğunu bildiği için. "Belge aradım," diye anlatmıştı bu beş ayı nasıl geçirdiğini, "çünkü elinizde belge yoksa ortada hiçbir şey yoktur, belge yoksa hiçbir yere varamazsınız." Sarin ve Suriye meselesiyle ilgili düşünürken onun bu lafını unutmak doğru olmaz.
(Hersh'ün günümüz gazeteciliğine dair eleştirileri ve gazeteciliğe yaklaşımı hakkında fikir sahibi olmak isterseniz: Lisa O'Carroll, "Seymour Hersh on Obama, NSA and the 'pathetic' American media". Türkçesi de şurada: "Seymour Hersh’le Obama, NSA ve 'hastalıklı' Amerikan medyası hakkında".)
Seymour Hersh, ABD ordusunun Vietnam'da yaptığı My Lai katliamını da ortaya çıkaran insandır. My Lai katliamından dünyanın ve özellikle Amerikan kamuoyunun haberinin olması, tarihin akışını etkilemiş olaylardandır. Bu katliamı, içinde yaşandığı koşulları, gazetecinin bu konuda hakikate ulaşmak için izlediği yolu zamanında çeşitli kaynaklardan öğrenebildiğim kadarıyla aktarmış, yazı dizisi haline getirip yayımlamıştım. Burada tamamını tek seferde sunuyorum (bazı ufak eklemeler-çıkarmalar yaptım).
"Apocalypse Now"un sahicisi
1968 yılında ABD Vietnam Savaşı'na boğazına kadar batmıştı. 500.000 askeri, tuzak dolu tropikal ormanların içerisinde, bir görünüp bir kaybolan Vietkong gerillalarıyla çarpışıyor, Vietkong hiçbir yerden tam anlamıyla temizlenemiyor, ABD yönetimi ve özellikle ordu komuta kadrosu giderek sıkışıyordu. Bölge ele geçirememe, ABD ordusunun en büyük sorunuydu. Vietkong kayboluyor ve yeniden ortaya çıkıyordu. Yürütülen operasyonlarda ne ölçüde başarı sağlandığı bile tam anlaşılamıyordu. Bu, Amerikalıları "ceset sayma" adıyla meşhur olan yönteme sürükledi. Bölge temizlendi mi, şüpheliydi, ama ölü Vietkonglu, şüphe götürmez şekilde ölüydü. Böylece, ABD komuta kadrosunun başarıyı ceset sayarak ölçmeye yönelmesi, tek tek Amerikan askerlerine de daha büyük bir öldürme arzusu ve daha geniş bir öldürme serbestisi veriyordu.
Canlı veya ölü Amerikan askerlerinin giderek küçülen yaş ortalaması, Vietnam'ın donuk yüzlü yoksul köylülerinin üzerine sürülen "er Ryan"ların giderek anormalleşmesine, beklemedikleri anda uğradıkları saldırılar, verdikleri ağır kayıplar asabîleşmelerine yolaçıyordu.
Güney Vietnam'daki Quang Ngai yöresinde Vietkong'un desteği güçlü ve yaygındı. Anlattığım manzara, bu yörenin de manzarasıydı.
16 Mart 1968 günü, Americal tümeninin Charlie bölüğü, Son My yöresindeki My Lai köyü ve çevresine yönelik bir operasyon için helikopterlere bindirildi. Bölüğe Yüzbaşı Ernest L. Medina, bölüğün 2. müfrezesine Teğmen William "Rusty" Calley komuta ediyordu. Vietkongluları "bulmak ve yok etmek"le görevlendirilmişlerdi. Sabah 08.00 sularında helikopterler Charlie bölüğünün askerlerini My Lai'nin biraz uzağına indirdiler. Köy önce topa tutuldu. Sonra 1. ve 2. müfrezeler ateş ederek köye daldı.
Vietkonglu bulamadılar. Onun yerine, insan, hayvan, canlı kimi buldularsa onları yok ettiler. Yaralıları süngülemek, kızların ırzına geçmek, insanların çocuklarını saklamaya çalıştığı barakalara elbombası atmak, yüzden fazla insanı bir hendeğe doldurup taramak gibi caniyane işler yaptılar. Dört saat süren katliamın sonunda 504 insan öldürdüler. Öldürdükleri, kadınlar ve çocuklardı. Ve çok yaşlı erkekler.
Ortalıkta ne Vietkong gerillası ne gerilla olabilecek yaşta erkekler ne atılmış bir silah vardı. My Lai'de Vietkongluların bulunduğu bilgisinin nereden çıktığı, oraya gönderilen birliklere gerçekte ne emirler verilmiş olduğu, bugün bile hâlâ tam açığa çıkmadı. Bilinen, Amerikan ordusunun prestijine büyük darbe indiren işkenceler, ırza geçmeler, başka hunharlıklar ve 504 insanın katledilmiş oluşu.
İşte, kahramanlık böyle bir şey
Hugh Thompson, My Lai katliamına tanık olmuş, arkadaşlarına engel olmaya çalışmış, oradan insanları kurtarmış bir helikopter pilotu. Helikopterde birlikte görev yaptığı Larry Colburn ve Glenn Andreotta ile birlikte, katliamdan 30 yıl sonra, 6 Mart 1998'de Asker Madalyası aldı. Bu madalya, düşman kuvvetlerin bulunmadığı durumlarda hayatını rizikoya atan ordu mensuplarına veriliyor. My Lai köyünde helikopterini çoluk çocuğun saklandığı kulübeyle onları öldürmeye giden Amerikan askerleri arasına indirip gözü dönmüş yurttaşlarıyla çatışmayı bile göze alan Andreotta madalyasını takamadı. Çünkü 1968'de, My Lai katliamından üç hafta sonra düşen bir helikopterde can verdi. Thompson ile Colburn, 1998 mart ayında My Lai'ye gittiler, öyküsünü aşağıda okuyacağınız, katliamdan kurtarıp hastaneye götürdükleri çocukla görüştüler.
İşte Thompson'un anlattıkları:
Helikopter pilotuydum. O sabah, kendi aramızda daha çok 'Pinkville' diye sözettiğimiz My Lai'deki bir kara operasyonuna destek sağlamakla görevliydik. Büyük bir operasyon olması bekleniyordu. Görevim, dost kuvvetlerin cephe hizasında uçup ateş açmak, düşmanın yerini saptayıp onlara bildirmekti... Köy, birliklerimiz oraya yaklaşmadan önce top ateşine tutulmuştu... Bir ara elinde silahla köyün güneyine koşan yirmi yaşlarında bir erkek gördüm. Vurmaya çalıştık ama nişancımız yeniydi, vuramadık. O da kaçtı. Gün boyunca gördüğümüz tek düşman oydu.
...Birliklerimizin üzerinde ileri geri uçmaya koyulduk. Ve kısa süre sonra her tarafta cesetler görmeye başladık. Nereye baksak ceset doluydu. Çocuklar vardı, 2, 3, 4, 5, yaşlarında; kadınlar, çok yaşlı adamlar; ama genç erkekler yoktu aralarında. Genç erkekleri arıyor olmamız gerekiyordu. Nişancım, 'Silahları nerede bunların?' diye sordu...
Dolaşıyor ve yaralı insanları görüyorduk. Yolun kenarında yaralı bir kadın vardı, onu görünce, yanlış birşeylerin olduğunu düşündük... Dolaşıyor, her yere bakıyor ve neler döndüğünü anlayamıyorduk... Birkaç dakika sonra dönüp geldik ve yaralı kadını tekrar gördük. O fotoğrafı hepiniz hatırlıyorsunuzdur. Şapkası yanına düşmüştür. Çıplak gözle iyice yakından bakınca, hemen yanındaki öbür nesnenin ne olduğu da seçilebiliyordu. Beyniydi. Hiç hoş değildi. Başka bir yaralı kadın gördük. Telsize sarıldık, yardım istedik... Birkaç dakika sonra bir yüzbaşı geldi, kadına bir tekme attı, geri çekildi ve onu vurdu.
Bir hendeğin üstünden geçerken, bir sürü insanın oraya doluşmuş olduğunu, kıpırdaştıklarını gördük. Aşağı indim ve bir çavuşa, onları oradan çıkarmak için yardım edip edemeyeceğini sordum. Yaralılar vardı aralarında. Çavuş bana onlara yardım etmenin tek yolunun onları ıztıraplarından kurtarmak olduğunu söyledi. Sanıyorum şok geçirmiştim. Şaka yapıyor sandım, söylediğini şaka kabul etmiş olmalıyım. Tekrar havalandığımızda, mürettebatımın ekipbaşı, 'Aman Allahım, hendeğe ateş ediyor!' diye bağırdı. İki defa daha yardım istedik; yani toplam üç defa. Her seferinde insanlar öldürüldü. Yardım istemekle bu insanlara yardım etmiş olmuyorduk.
Biraz sonra, ahşap bir sığınak gibi bir yere sığınmış bir kadın, bir yaşlı adam ve yanlarında da çocuklar gördük. Yukarıdan baktık, onları ve dost kuvvetleri gördük, ben de helikopteri tekrar indirdim. Kara birliklerine doğru yürüyüp, o sığınakta siviller var, onların oradan çıkmasına yardım edin, dedim. Biri, 'Bir elbombası atalım, çıkarlar,' dedi. Onları durdurdum, gidip insanlara çıkmalarını işaret ettim, çıktılar.
Fakat zor durumda kalmıştım. Sandığımdan daha çok insan varmış orada. dokuz-on kişi kadardılar. Peki, onları bu bölgeden nasıl çıkaracaktım sağ salim? Onları burada bırakırsam ölecekleri kesindi. Amerikalılar hazır bekliyordu. Hiç duraksamıyorlardı. Oysa bu dokuz-on insan kimse için bir tehdit oluşturmuyorlardı. Mürettebatım da ben de o sırada çılgına dönmüştük. Tam hatırlamıyorum ama Amerikalılar ateşe başlarsa ne yapmamız gerektiğini söyledim ekibimdekilere. Neyse ki ateş etmediler, işimiz rast gitti.
Ama bu insanları ne yapacaktım? Burada bırakırsam öldürülecekleri kesindi. Helikoptere yürüdüm, hepsini etrafıma topladım. Telsizle başka bir helikopteri kullanan arkadaşımı aradım. Gelip bu insanları buradan götürmesini istedim. 'Nereye götürmemi istiyorsun?' diye sordu. 'Buradan götür de, nereye olursa,' dedim. Geldi, onların ancak yarısını alabildi, götürüp on mil öteye bıraktı. Geri döndü. Sonra hepsini toparlayıp kalktık.
Dönüp tekrar hendeğin üstünden geçtik. İçinde hâlâ biraz hareket vardı. Yere indik. Ekip şefi Glenn Andreotta hendeğe indi, biraz sonra kucağında kanlar içinde bir çocukla geldi. Onu ne yapacağımızı da bilemiyorduk, ama helikoptere aldık, Quang Ngai'deki yetim hastanesine götürürüz diye düşündük. Helikopterde onun her yerine iyice baktık, yaralı değildi, herhangi bir yara yoktu vücudunda, üzerine bulaşan kan başkasınındı. O gün o çocuğu hastaneye götürüşümüz hayatım boyunca unutamayacağım bir olaydır. Üzüntü dolu bir gündü, çılgın bir gündü. Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım, dahası da var. Hastaneye uçup çocuğu bıraktık. Hemşireye, ne yapacaksın bilmem, ama ailesinden kimsenin hayatta kaldığını sanmıyorum, dedim.
Vahşetin "sakıncaları"
Körfez Savaşı sırasında görüp, "Aa, ABD'nin genelkurmay başkanı bir siyah mıymış!" diye şaşırdığınız (o sırada Obama yoktu!), sonra da Dabılyu Bush'un dışişleri bakanı olan zat, Colin Powell, 1968-69'da Vietnam'da görevliydi. Chu Lai'deki Americal tümeninde, G-3 operasyonlarının komuta heyetinde başkan yardımcısıydı. Vietnam'a gönderildiğinde katıldığı birlik, iç organizasyonu bakımından epeyce karışık bir halde bulunan Americal tümeniydi. Parlak geçmişi fark edildiğinde, henüz yüzbaşı olmasına rağmen, rütbesine göre yüksek bir göreve tayin edilmişti.
Powell, bu sırada, askerlerin kendi aralarında taktığı isimle "Kasap Tugayı" diye bilinen 11. Hafif Piyade Tugayı'ndan er Tom Glen'in Vietnam'daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı General Creighton Abrams'a yazdığı bir mektupla ilgilenmek zorunda kalmıştı. Glen, 1968 kasımında, ABD'ye dönmeden kısa süre önce yazdığı mektupta özel bir olaydan sözetmiyordu, ama sivillerin ve esirlerin işkenceden geçirildiğini, öldürüldüğünü ileri sürüyordu. Er Glen, komutanına şunu soruyordu: Vietnamlılar, "sırf zevkine, evlerini gelişigüzel tarayan, hiçbir tahrik veya geçerli bir neden olmaksızın insanların üstüne ateş eden" Amerikalıları görür görmez kaçmaya başlıyorlardı; ABD ordusu, bu vaziyette, onların kalbini nasıl kazanabilir, düşüncelerini nasıl değiştirebilirdi? Bu tür eylemler, Glen'e göre, "bütün birliğin her düzeydeki katılımıyla yapılıyor ve bu yüzden, ordunun saptanmış politikası olarak görülüyordu".
Mektubun bir kopyası, ordunun çeşitli kademelerinden geçerek, 9 Aralık 1968'de, Americal tümeninin komuta heyetindeki Yüzbaşı Colin Luther Powell'a iletildi ve konuyu araştırması, rapor vermesi istendi. 1968 haziranında, yani My Lai katliamından iki buçuk ay sonra Vietnam'a, Chu Lai'daki Americal tümeni karargâhına gelmiş bulunan ve katliamla herhangi bir ilişkisi bulunmayan Powell, üç gün içinde, mektupta ortaya atılan iddiaları araştırmak ve Glen'e verilecek cevabı hazırlamakla görevlendirildi.
Mektubun kendisine ulaştırılmasından birkaç gün sonra, 13 Aralık 1968'de, Powell, üstü olan generale verdiği raporda şöyle dedi: bu genç asker yeterince ayrıntı vermemiş, somut veri az, açılacak bir soruşturmaya zemin oluşturmaya yeterli değil bunlar.
Bu fazlasıyla ilginçti, çünkü Glen o sırada Vietnam'daydı, kaldı ki, ülkesine dönmüş olsa bile bulunup görüşülebilirdi, ama Powell ihbar sahibiyle konuşup eldeki bilgiyi artırmayı denemedi bile. "Bu bilgi az, soruşturma açılamaz," deyip geçti.
Glen'i bulup işin aslını öğrenmek yerine, Glen'in komutanıyla görüştü ve ondan, bu askerin artçı birliklerde görev yaptığını, düşmanların esir alınışını ve hele onlara işkence yapılmasını izlemiş olamayacağını öğrendi. Bu da yanlıştı, bizzat Glen'in sonradan, The New Republic dergisinde Colin Powell üzerine uzun bir makale yazan Charles Lane'e söylediği üzre. Glen, bu konuda bilinmesi gereken her şeyi bilen bir askerdi. My Lai'da Teğmen Calley'in adamları Vietnamlıları çoluk çocuk dinlemeden katlettiği gün, Glen'in bağlı bulunduğu birlik de My Khe'de ayrı bir katliam yapmış, 90 kişiyi öldürmüştü.
"Münferit vakalar"...
Geleceğin Afrikalı-Amerikalı genelkurmay başkanı ve dışişleri bakanı, politikada istikbalinin parlak olduğunu o zamandan gösterdi. Üstlerini memnun edecek sonuca varması zor olmadı: Er Glen'in iddiaları asılsızdı. Şurada burada, kabahati bazı çıbanbaşlarına ait olan "münferit vakalar" görülüyor olabilirdi gerçi; ama bunlara hoşgörü gösterilmiyordu, suçlular bulunup cezalandırılıyordu! Powell'in sözleriyle,"Americal tümeninin askerleriyle Vietnamlılar arasındaki ilişkiler mükemmel"di.
Bize ne kadar tanıdık geliyor, değil mi?
Americal tümeninden bir generalin imzasıyla, er Glen'e bir cevabî mektup yazıldı. Oldu bitti... sanıldı.
Çünkü Powell ve onun gibilerin bütün örtbas etme gayretleri işe yaramadı, bir yıl kadar sonra bütün dünya My Lai katliamından haberdar oldu. Sözkonusu "ilişkiler"in de ne bakımdan mükemmel olduğu anlaşıldı.
Bu "ilişkiyi" daha da rahatlatmak için Amerikalılar "ceset sayımı" yaparken, Vietkongluları "v.c." (Viet Cong), "masum sivil"leri "inciv" (Innocent Civilians) olarak geçiriyorlardı kayıtlara. Aradaki fark, bir-iki harfle iki noktadan ibaretti zaten. Çoğu zaman da, sivillerin "v.c." olarak kaydedilmesi yoluyla, hunharca operasyonlar askerî başarılara dönüştürülebiliyordu. Powell'in planlamasına bizzat katıldığı ve daha sonra ödüllendirildiği dört aylık Vernon Lake harekâtında, meselâ, 23 Amerikalı ölmüş, buna karşılık bunun on katı kadar "v.c." cesedi sayılmış, 104 "inciv" de arada kaynamıştı. Bunlardan kaçının "v.c." olarak gösterildiğini bilmek mümkün değil tabiî. Belki My Lai örneğine bakılarak bulunabilir...
Çünkü My Lai katliamı da bu mantık ve yöntem yüzünden günlük askerî tutanaklara bir "zafer" olarak geçmişti. E, sayıyordun cesetleri, 100 küsur "v.c." bertaraf edilmiş. Az şey mi? Tabiî şu da merak konusudur: Hazır 504 ceset varken, hepsini niye yazmadılar acaba? Yanlarına birer "v.c." ibaresi koymak yetebilirdi.
Ama 504 ceset, o koşullarda fazla büyük bir başarı anlamına gelecek ve ister istemez dikkat çekecekti. Yapılan işin kirliliğinin suçlular da farkındaydı, "zaferi" büyütmediler.
"İlişki" meselesine gelince; Powell samimi değildi tabiî. 25 yıl sonra bir gazeteciyle görüşürken, My Lai'daki felâketin "trajik fakat anlaşılabilir" olduğunu söyleyecek, durumu şöyle tasvir edecekti: "Kızılderili toprağında gibisiniz. Her taraf Vietkong kaynıyor. Oraya dalınca, karşınıza çıkan herkesle savaşıyorsunuz."
Yani neymiş? "ilişkiler" aslında pek o kadar mükemmel değilmiş...
Katliamdan yaklaşık bir yıl sonra, yüksek düzeyde ordu müfettişleri Americal tümeni karargâhına geldiler; 13-14 Nisan 1969'da. Albay Howard K. Whitaker, Washington'dan aldığı emir üzerine ziyaret ediyordu karargâhı. Glen'in mektubu sessizce tesirsiz hale getirilmişti, ama bu sefer de ortada Ronald Ridenhour'un mektubu diye bir bela vardı.
Ridenhour da Vietnam'da, bol Vietkonglu Quang Ngai bölgesinde görev yapıp terhis olmuş bir erdi. Charlie bölüğünden askerlerle bira içerken, katliamın hikâyesini öğrenmişti. Katliamcılar, marifetlerini ballandıra ballandıra anlatmışlardı. Ridenhour çok sarsılmış ve iş edinip takımdaki öbür askerlerle de konuşmuş, olay hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmuştu.
Terhis edilip ABD'ye döndüğünde, oturdu, her şeyi yazdı ve 29 Mart 1969'da, Washington'da öndegelen 30 insana postaladı. Mektubunun sonuna da Winston Churchill'in ünlü sözünü iliştirdi: "Vicdanı olmayan bir ülkenin ruhu da yoktur, ruhu olmayan ülke de yaşayamaz."
Er Ridenhour, er Glen'den daha uyanık çıkmış, ihbarı sadece ordu yetkililerine iletmekle yetinmemiş, Kongre'den kişilere de ulaştırmıştı.
Vietnam'daki Yüzbaşı Powell'ın o sırada bu mektuptan haberi yoktu. Gelen müfettişlerin talebi üzerine, birliğin günlük kayıtlarını tarayıp, "olağandışı bir olay veya büyük can kaybıyla bağlantılı bir tutanak" aramak zorunda kaldı. Sonradan anlattığına göre, niye, diye sormuş, müfettişler cevap vermemişlerdi. O aradı mecburen. Ve bir kayıt buldu. My Lai yöresinde "ceset sayımı" sonucunun çok yüksek çıktığı bir operasyonun kaydını... Müfettişlerin teybine gerekli bilgileri okudu. 1969 kasımında, My Lai katliamı yüz kızartıcı bir skandal olarak patlayana kadar, Yüzbaşı Powell ne askerlerin kendi aralarında bira içerken konuştuklarından haberdar oldu ne de bu konuda herhangi bir şüpheye kapıldı.
Müfettişlik yapsın diye oraya gönderilmiş Albay Whitaker de anlaşılan öyle her şeyden şüphelenen bir asker değildi. Aksine, bir an önce tatmin edilmek istiyor olmalıydı. Çünkü, Powell'ın bulduğu verilere baktı, 128 kişinin öldürülmüş olduğunu gördü, bunun, Ron Ridenhour'un "My Lai'de katliam yapıldı" iddiasına haklılık kazandıramayacak bir rakam olduğuna hükmetti. Bütün o iddia edilen işler yapılmış olsa sadece 128 kişi mi -ya da "v.c." mi "inciv" mi olduğu belirsiz 128 yaratık mı- ölmüş olurdu? İddialar "aşırı abartılı"ydı. Whitaker 17 Nisan 1969'da raporuna böyle yazdı.
Neyse ki bütün bunlardan tatmin olmayan bir insan daha vardı gerekli yerde. Washington'daki ordu müfettişlerinden Albay William Wilson, Ridenhour'un mektubunu sahiden ciddiye almıştı. Katliama tanık olup da sonradan terhis olup ABD'ye dönmüş kim varsa bulmaya çalıştı. Albay Whitaker Chu Lai'ye gittiğinde bunlardan hiçbirini bulamamıştı haliyle. Aradıysa tabiî; bilmiyoruz. Ama Albay Wilson aradı, buldu ve konuştu.
1969 sonbaharında ABD'de zaten savaşa karşı protesto dalgası almış yürümüştü. Powell, soradan gazeteci Bob Woodward'a söylediğine göre, protesto gösterilerine baktıkça, "ihanet ve alçaklık" görüyordu. İşte My Lai katliamı haberi böyle bir ortamın ortasına bomba gibi düştü. Katledilmiş kadınların, çocukların görüntüleri ortaya çıktı ve askerlere doğru savrulan onca hakarete bir de "bebek katilleri" yaftası eklendi. Subaylar görevlerinden istifa etmeye başlayacaklar, hattâ bir kısmı protestoculara katılacaktı.
Bunların olması için, General Peers'in My Lai katliamı hakkında doğru dürüst bir rapor hazırlaması gerekecekti.
28 subay yerine bir tek sanık
Vietnam'da, Vietkong tehdidinin güçlü olduğu Quang Ngai bölgesinde görev yapıp terhis olmuş er Ronald Ridenhour'un 29 Mart 1969'da, Washington'da öndegelen 30 insana postaladığı mektup, ABD ordusunun en üst düzeyde soruşturma kararı almasına yolaçmıştı. Mektup, kimi Kongre üyeleri dahil, Washington'da pek çok insanın elindeydi. Felaketin kamuoyuna yansıması an meselesiydi. Pisilğin üzerine örtülmüş kumu eşelemek zorunlu hale gelmişti. Soruşturma General Peers tarafından yürütülecekti.
Bu arada, ordunun Kriminal Soruşturma Bölümü (CID) de bir soruşturma yürütmekteydi. Ancak ordunun normal prosedürü içerisinde örtbas etme ve geçiştirme işlemleri mükemmelen sürdürülebiliyordu. Charlie bölüğünün komutanı Yüzbaşı Ernest Medina, 100 sivilin öldürüldüğü yollu sözler üzerine kendisini çağırıp bilgi isteyen bir üstüne, My Lai'daki operasyonda 20 ile 28 arasında sivilin makineli mermisi veya top ateşi ile öldüğünü söylemişti. Üstü de "iyi" deyip geçmişti anlaşılan. Bir ay kadar sonra, 11. Piyade Tugayı komutanı General Oran K. Henderson'un hazırladığı raporda, 20 sivilin "istenmeden öldürüldüğü" bilgisi yeraldı. İş "münferit vakalar" felsefesine pek uygun olan bu göstermelik raporlarla falan kapatılacaktı onlara kalsa.
Ancak General Peers'inki sahici bir soruşturma oldu. Bu soruşturma sırasında 400'ü aşkın tanık dinlendi, toplanan ifadeler yirmi bin sayfadan fazla tutuyordu. 14 Mart 1970'te Peers raporunu açıkladı. Peers raporu, 16 Mart 1968 günü yaşanan vahşetin ayrıntılı hikâyesini içeriyordu. İşlenen suçlar, yaralamadan öldürmeye, işkenceden tecavüze, maaşaallahtı.
Soruşturmanın hemen başında Teğmen William Calley ismine ulaşılmış ve bu subay ABD'ye geri çağırılmıştı. 1969 Eylül'ünde Calley 109 sivili öldürmekle suçlanıyordu. Raporda aynı zamanda, Tugay Komutanı Albay Henderson ile katliama yolaçan harekâtın komutanı Yarbay Frank Barker'ın işlenen savaş suçuna dair temel bilgilere sahip oldukları fakat hiçbir şey yapmadıkları da belirtiliyordu.
General Peers, My Lai katliamıyla ilgili olarak 28 subayın yargı önüne çıkarılması gerektiği sonucuna varmıştı. İki subay da, katliamın örtbas edilmesine yardımcı oldukları için yargılanmalıydı, Peers'in raporuna göre.
Ama ABD ordusu, katliam yapan mensuplarına böylesine kıymayı göze alamadı. Bizdeki Memurin Muhakemat Kanunu'na benzer hükümlerin arkasına saklanan ordu hukukçuları, sadece 14 subayın yargılanmasına cevaz verdiler. Bunlardan da sadece biri mahkeme önüne çıktı ve ceza aldı.
My Lai katliamını fiilen gerçekleştiren askerlerin macerası da böyle mutlu sonla bitti. Ordunun soruşturmasında, otuz askerin ciddî suçlar işlediği belirlendi. Bunlardan on yedisi ordudan ayrıldı ve yargılanmalarına gerek kalmadığına hükmedildi, haklarındaki davalar sessizce düşürüldü. Gerikalanları da ya davalarının düşmesiyle ya da suçsuz bulunarak yırttılar. Yırtmaları sağlandı. Sonuçta sadece Teğmen Calley ceza aldı. Ağır işlerde çalıştırılarak ömürboyu hapsedilmesi kararlaştırıldı. Askerî cezaevine kondu, 4,5 ay yattı.
Fakat bu sefer de Başkan Nixon devreye girdi. "Vatan için kurşun atan da yiyen de..." makamından. Başkanın şahsî yetkisini kullanmasıyla Calley serbest bırakıldı. Sonraki üç yılı, Georgia'da, Fort Benning'de ev hapsinde geçirdi. Bu arada cezası da ömürboyu hapisten on yıl hapse çevrildi. 1974'te, cezasının üçte birini çekmiş olduğundan serbest bırakıldı.
Bir kuyumcunun kızıyla evlendi, kuyumculuk yaptı. Fotoğrafını çekmeye kalkan olursa yüzünü kapatabilsin diye hep yanında bir şemsiye taşıdı. Halbuki normal zamanda da kapatmalıydı. Her türlü röportaj talebini reddettiği kırk yılın ardından, nihayet, katliamdan ötürü vicdan azabı ve pişmanlık duyduğunu söyledi. Kendi ömrünün sonuna yaklaşırken. Sayılmaz...
Gazetecilik diye bir şey var
Gerçi 1960'ların sonlarına yaklaşıldığında ABD'de savaşa karşı muhalefet ciddî boyutlara ulaşmıştı ve basın da bu dalgadan payına düşeni alıyordu. Ama genel olarak My Lai katliamına kadar, Amerikan basını Vietnam Savaşı'yla ilgili haberlerinde askerî komuta heyetine muazzam pürüzler çıkarmıyordu. 1969 sonbaharında katliam haberinin ortaya çıkışı çok şeyi değiştirdi. Hem basının tutumu daha eleştirel oldu hem de askerler gazetecileri "olay yeri"nden olabildiğince uzak tutmak gerektiğini düşünmeye başladılar.
Dünya, ABD ordusunun My Lai vahşetini Amerikalı bir gazeteci sayesinde öğrendi: Seymour Hersh.
1969 sonbaharında serbest muhabir olarak çalışan Hersh'in haberi ülkenin her tarafından çeşitli gazete ve dergiler tarafından yayımlandıktan dört gün sonra,Cleveland Plain Dealer, katliamın, ordu fotoğrafçısı Ron Haeberle tarafından çekilmiş görüntülerini bastı ve My Lai katliamı, o günleri yaşayanların zihnine bir daha çıkmamak üzere kazındı. Hersh'in ilk haberinin ve fotoğrafların yayımlanmasının ardından, ihbar mektubuyla asıl soruşturmanın açılmasını sağlayan eski asker Ridenhour gazeteciyi aradı, Hersh de başta Amerika, dünyayı sarsan hikâyenin ayrıntılarını böylelikle tamamlayabildi.
Seymour Hersh, 1960'larda Associated Press adına Pentagon muhabiri olarak çalışıyordu. Savaşa karşı çıkan başkan adayı Eugene McCarthy'nin basın danışmanlığını yapmak üzere bu görevinden ayrıldı. 1969'da Pentagon hakkında bir kitap üstünde çalışırken, Vietnam gazilerinin avukatlığını yapan bir adam bürosuna gelip onun kulağına şunu fısıldamıştı: Ordu, 75 sivili öldürmekle suçlanan bir subayı yargılayacaktı.
Hersh bunu duyar duymaz niye ciddiye aldığını tam açıklayamadı sonradan. Galiba sağduyu ve tecrübe sözkonusuydu. 1992'de meslektaşlarıyla görüşürken, "Savaş hakkında yeterince bilgim vardı, bunu mantıksız bulmayacak kadar," demişti Seymour Hersh.
Gazeteci, fısıltı yoluyla gelen ilk ihbardan sonra biraz araştırdı ve meselenin Teğmen Calley diye biriyle ilgili olduğunu öğrenebildi. Ordu içinden birilerine sordu. Hep şu cevabı aldı: "Bulaşma bu işe, kafanı çevir!"
Hersh, bir gün başka bir iş için gittiği Pentagon'da, önceden tanıdığı bir albaya rastladı. Albay, Vietnam'da yaralanmış, generalliğe yükselmişti. "Şu Calley meselesi nedir?" diye ona da sordu Hersh. Ve şu cevabı aldı: "İlişme ona!"
Seymour Hersh tanıdığı bir Kongre üyesine de gidip Calley meselesini sordu. Adam konuyu biliyordu. Gazeteciye, "Yazma onu," dedi. "Orduyu mahveder bu iş."
Hersh bunun üzerine daha da sıkı eşelemeye koyuldu ve katliam sanığı Teğmen Calley'in avukatına ulaştı. Avukat George Latimer, bir emekli askerî hâkimdi ve Salt Lake City'de çalışıyordu. Hersh onu aradı ve, "Sizinle Calley konusunu görüşmek istiyorum," dedi. "Yarın Kaliforniya'ya gidiyorum. Uçağım Salt Lake'de bir süre bekleyecek. Uğrasam olur mu?" Latimer "valla bilmem ki" yollu bir cevap verdi.
Hersh, avukatın hâkimlik yaparken yeraldığı birkaç davayla ilgili dosyalara baktı, onunla buluştuğunda bir süre bunlardan sözetti, uzun uzun konuştular. Buzlar eridikten sonra bir ara Calley'in avukatı, müvekkili hakkında gazeteciye şöyle dedi: "150 kişiyi öldürdüğünü söylüyorlar."
Hersh, o ana kadar 75 sivilin öldürüldüğünü duymuştu. Şimdi rakam 150 olmuştu. Eski askerî hâkim, şimdi avukat Latimer, "Washington'dakilere" kızıyordu. "Bak şuraya!" diyerek bir dosya açtı, Hersh'in önüne koydu. Burada, Teğmen William Calley'in "111 Doğulu insanı öldürmekle" suçlandığı yazılıydı.
1992'de gazetecilerle görüşürken, "Bu hiç aklımdan çıkmadı," demişti Hersh. "Sanki 10 tane Doğulu bir Kafkasyalı'ya, 12 Doğulu bir Siyah'a eşti. Ne demek, anlayamıyordum. Pek hoştu..."
Gazeteci dosyayı gördükten sonra da şansı yâver gitmişti. Avukat, özür dileyerek, bir telefon görüşmesi için konuğundan izin almış ve bütün belgeleri masanın üstünde bırakıp çıkmıştı. Hersh, masanın öbür tarafında oturduğu için kağıtları tersten görüyordu. Yine de baştan sona okumuş, sonra da gidip hikâyesini yazmıştı. Haberi 30-40 gazete ve dergiye sattı. 1970'te bu haberiyle Pulitzer Ödülü aldı.
My Lai katliamı, uzun yıllar, insanlığın karşısında bir ibret kaynağı olarak durdu. Naklen yayınlı, bilgisayar oyunu tarzı savaşlar döneminde unutuldu.
http://riyatabirleri.blogspot.com.tr/2014/04/size-uzuun-bir-yaz-sunuyorum.html
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞPınar Gültekin kararının anatomisi: Bu kararı ailenize izah edebilecek misiniz? 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarKürt meselesinin toplumsal boyutu 16.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın planı tuttu 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakDevrim 10.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakHakikat’e savaş açan troller! 26.08.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANNeden Yeterli Halk Desteği Alamıyoruz! 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERYeni Bir Çözüm Süreci Ne Kadar Mümkün? 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİNSANLIĞIN ÖLÜMÜ 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZİKİ MEZAR, İKİ İNSAN ve IRKÇILIK 12.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaKılıçdaroğlu’nun adaylığı 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanBurhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda Yerin Altı ve Üstünde Ne Yaşanıyor? 15.05.2022 Tüm Yazıları
-
Kübra ParSessiz İstila belgeseli ve sığınmacı meselesi 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Yavuz BAYDARİmamoğlu olayı ardından: ’Altılı Masa’ bir ortak aday çıkarabilecek mi? 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ergun BABAHANTürkiye’nin patlamaya hazır yeni kırılma hattı: Suriyeliler 22.04.2022 Tüm Yazıları
-
Kemal BURKAYİSVEÇ DEMOKRASİSİ VE KURAN YAKMA OLAYI… 17.04.2022 Tüm Yazıları
-
Tarık Ziya EkinciGAZETECİ AYDIN ENGİN VEFAT ETTİ 24.03.2022 Tüm Yazıları
-
Cengiz AKTARSavaş notları 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim KaragülBu bir Avrupa savaşı ve çok uzun sürecek. -Batı, Türk-Rus savaşı istiyor! 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Aydın ENGİNBir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden 7.02.2022 Tüm Yazıları
-
Nezih DUYGUMete Toksöyle (30 Mart 1954 - 02 Şubat 2022) 3.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet KARDAM28/29 Ocak Karadeniz Katliamı'nın 101. Yılı 1.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKAN“Ya herro ya merro” mu dedi?.. 7.01.2022 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇAL2022 yılı karamsarlıklarımızı tersine çevirebilir mi? 4.01.2022 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrtadoğu’nun ‘Yeni Dönemi’ 9.12.2021 Tüm Yazıları
-
Muharrem SarıkayaOylardaki yükselişin ağırlığı 7.11.2021 Tüm Yazıları
-
Şevki ÇELİKCİKEMAL ARABACI 17.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin GürcanFırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var? 13.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin MünirErkeğin kadını ezmesi 22.09.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AcetSon anketler ne diyor? 9.09.2021 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZKONYA KATLİAMI VE GAZETECİLİK MESLEĞİ ÜZERİNE 2.08.2021 Tüm Yazıları
-
Yasin AKTAYTaliban’ın inancıyla ters olma arzusu 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Süleyman Seyfi Öğün2023’e doğru Türkiye 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Yusuf KaplanFetih ruhu ve rüyası 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Cem SANCARHanımefendi diyeceksiniz 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ali AYDINİşsiz Kalan Antikorlar, Lanetli Pay ve Siyaset 17.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer F. GergerlioğluMuhafazakârlar çürümeye niye sessiz? 8.06.2021 Tüm Yazıları
-
Mustafa ÖztürkNiyet ve akıbet 29.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ayşe BöhürlerTarih büyük harflerle yazılmaz 28.05.2021 Tüm Yazıları
-
Gazi BAŞYURTBir zamanlar sayılamazdık parmak ile, şimdi eksiliyoruz birer birer… 25.05.2021 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENİsrail’in sonu gelmez işgalciliği 15.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer Ahmet ÖZERENBİR 1 MAYIS Anekdotu… 10.05.2021 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
31.01.2025
30.12.2024
24.12.2024
15.12.2024
1.12.2024
15.11.2024
21.10.2024
7.10.2024
22.09.2024
5.07.2024