Murat Sevinç

Şu anki hükümet sisteminden vazgeçilir mi?
10.02.2025
129

Anayasal ilkeler konusuna devam (4)

Türkiye 2017’de yeni bir hükümet sistemine geçti. Adı, ‘cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi.’ Halkoylamasına sunulan anayasa değişikliği (‘atı alanın Üsküdar’ı geçmesiyle’) çok küçük bir farkla kabul edildi ve ana ilkesi 1909’da benimsenen parlamenter sistem çöpe atıldı.

2017’nin, sıradan bir anayasa değişikliğinden öte anlamları var.

Nedir bunlar?

2017 değişikliği, 2007’de başladığını savunduğum AKP anayasacılığının zirve noktası. Buna mukabil, diğerlerinden temel bir farkı şu: 2007 ve özellikle 2010 değişiklikleri AKP’li olmayanların da desteğiyle gerçekleşmişti ve iktidar tarafından dile getirilen hedef, 2007’de cumhurbaşkanı seçiminde yaşanan krizi çözmek (2007), 2010’da ise 12 Eylül darbesi ile hesaplaşmak ve demokratikleşme idi. Oysa 2007 krizini çözmek için o değişikliğe (cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi) gereksinim olmadığı gibi, 2010 değişikliğinin ‘asıl’ hedefi (Arato’nun ifadesiyle ‘soğanın cücüğü’) yargıya (özellikle HSYK) hâkim olabilmekti. Nitekim 2010 ile 2013 arasında “Yüce Rabbim verdikçe verdi.”

2017 ise, farklı jargonla da olsa ‘demokrasi’yi savunan çevrelerin desteği olmadan yapıldı. Değişiklik OHAL koşullarında gerçekleşti ki, ona ‘eşsiz’ niteliği kazandıran bir unsur da budur.

‘Kim yaptı ve destekledi bu değişikliği?’ sorusu üzerine düşünüyorum. Müellifleri hiçbir zaman açık biçimde ortaya çıkmadı. Değişikliğin parti hukukçuları ve danışmanlar tarafından kaleme alındığını varsaymak herhalde yanlış olmaz. Önceki ittifak yıllarında iktidarın marifetinde boncuk olduğuna cümlemizi ikna etmeye çalışan hukukçu ve siyaset bilimcilerin hiçbiri, 2017 değişikliğini desteklemedi.

Sistem’ bir kişi için kuruldu. Güzel de, böyle işler hemen hiçbir zaman birkaç kişinin isteğiyle olmaz. Her ciddi değişikliğin başkaca kurumsal destekçileri, sınıfsal bir rengi vardır. Örneğin 12 Eylül darbesinden hiç şikâyetçi olmayan TÜSİAD, 1990’larda AB’ye uyumu sağlayacak anayasa değişikliği projelerini destekliyor, kendi önerilerini sunuyordu; ha keza, TOBB da. Patronların, 1961 ve 1982 Anayasaları hakkında olumlu ya da olumsuz hep bir sözü olmuştur. Ancak 2017’ye açıktan bir ‘laik-seküler büyük sermaye’ desteğine tanık olmadık. Bir sistem değişir değişmez sermayedar onunla uyum sağlamaya çalışacaktır elbette, ancak 2017’yi büyük hevesle desteklemedi o cenah. 2010’dan farklı olarak Avrupa kurumları da yoktu ortada; belki biraz ‘endişelenmişlerdir’, o üçkâğıtçıların büyük marifeti ‘endişe’ duymak.

2017 değişikliği geniş bir ‘taban’a ve ‘laik’ büyük sermaye desteğine dayanmıyor gibi görünüyor. Fakat, sonrasına bakıldığında bu tercihin kalabalık ve yoksul halk kesimlerinin olmasa da, bir avuç insanın işine yaradığını görmek mümkün. Ayrıca dünya çapındaki antidemokratik dönüşüme de uygun. İkincisi özellikle önemli, Türkiye dünyanın bir parçası! 1961 Anayasası 60’lar dünyasının, 1982 Anayasası 80’ler Thatcher-Reagan-Özal dünyasının ürünüydü. Şimdi Trump-Musk dünyasındayız. 

Muhalif kesimlerin genellikle ‘yönetemiyorlar’ başlığı altında ele aldığı iktidar siyaseti, o ‘yönetememe’ perdesi arkasında, nüfusun hayli varlıklı bir kesimini ve kendi hâlesini memnun etmeyi başardı. ‘Yönetimde karmaşa’ görüntüsü ya da gerçeği, bu tip rejimlerin tercih ettiği bir durum olabilir; yaşamın her alanında ‘belirsizlik’, toplumları yoran, pes ettiren (depolitizasyon) bir yordam aynı zamanda. Örneğin biz KHK’liler söz konusu belirsizliğin ne anlama geldiği gayet güzel deneyimledik. Sekiz küsur yıldır, pek çok ‘yasal’ düzenleme ile çevrelenen bir ‘belirsizlik’ cehenneminde ayakta durmaya çalışan on binlerce KHK’li yurttaş var memlekette. Yaşatılan her şey son derece ‘yasal’, son derece ‘belirsiz’ ve aynı zamanda son derece ‘katlanılmaz.’

Hal böyleyken, olup biteni, tüm olumsuzlukları, yoksullaşmayı yalnızca sisteme bağlamak sorunlu bir durum. Yanlış değil, ancak, tümüyle doğru da değil. Örneğin, birkaç yıldır nefes almamızı iyice güçleştiren ekonomik zorlukların tek nedeni yeni hükümet biçimi değil; bu hükümet biçimine geçilmesini isteyenlerin ‘tercih’i. Yeni sistem, olağanüstü yetkilere sahip ‘bir’ kişiyi illâ şu yönde karar alacaksın diye zorlamıyor; sorun, o ‘bir’ kişiye herhangi bir yönde tek başına karar alabilmesi için gereksinim duyduğu yetkiyi veriyor. Demek ki, o bir kişi, yetkilerini başka yönde kullansa, bu sistemin anormallikleri pek o kadar göze batmayacak.

Ne anlamı var bu satırların?

Birincisi, türlü hükümet biçimlerine, ‘her kötülüğün anası’ ya da ‘her derde deva’ muamelesi yapıldığında, bir sistemin içinde filizlendiği toprağın diğer tüm nitelikleri gözardı edilmiş oluyor. Türkiye’de 100 küsur yıldır hep anayasa konuşuluyor olmasının nedenlerinden biri bu. Anayasaların ‘dışındaki’ sorunları görmezden gelmek, pek çok sorunun hukuk kurallarıyla çözülebileceğini düşünmek, anayasa konularının aynı zamanda siyasal-toplumsal-kültürel ve elbette sınıfsal sorunlar olduğunu kabul etmemek, söz konusu metinlere gereğinden fazla umut bağlanmasına neden oluyor. Unutulmaya yüz tutan ‘Altılı Masa’ anayasa taahhütlerinin de açmazlarından biri buydu ve siyasetçilerimizin, bundan sonrası için, o şaşaalı toplantı ve vaatlerin seçmeni hiç etkilemediğini hatırda tutmasında yarar var.

İkincisi, ola ki bir gün iktidar değişirse yeni cumhurbaşkanının-destekçilerinin ve parlamento çoğunluğunun, yeniden klasik parlamenter sisteme dönüp dönmeyecekleri konusu netameli. Yetkilere kavuşan ‘yeni’ isim, “Ben bu yetkileri demokratikleşme için kullanacağım” diyebilir. Bu mümkün mü? Bir ölçüde mümkün. Buna mukabil, sistemlerin kişilerin niyetinden, huyundan suyundan bağımsız işleyiş ilke ve kuralları var. ‘Denetim’ ve ‘müzakere’ mekanizmaları, halkın kaderi yöneticilerin iki dudağı arasında olmasın diye kuruldu.

Yeri gelmişken, Fransa bir süredir hükümet krizleri yaşıyor ve 1958 Anayasası ile kabul edilen yarı-başkanlığın ne kadar ömrü kaldığı belli değil. 1950’lerden bugüne şu ya da bu biçimde işletilebilen sistem zorlanmaya başladı. Peki, neden şimdi? Neden önceki krizleri aştı da şimdi tıknefes? Tek sorumlu anayasa mı? ABD ise bambaşka bir deneyim yaşıyor. Kelimenin gerçek anlamlarıyla bir görgüsüz, ceberut ve yalancı tarafından yönetiliyor. Trump pek yakında kendi ‘kararname’ rekorunu kıracak. Önümüzdeki yıllarda, 18. yüzyılın sonundan itibaren benimsenen ‘denge mekanizması’nın böyle birini ne kadar dizginleyebileceğini, anayasal sistemin yeteri kadar dirence sahip olup olmadığını göreceğiz. Bir de, dikkat ederseniz bu tipler dört-beş yaşında bir çocuk gibi konuşuyor, örneğin “Filanca çok kötü bir şey yaptı” ya da “Orada durum çok kötü” gibi. Dışişleri sekreteri de Güney Afrika’daki toplantıya katılmayacağını ilan ederken, söze “Güney Afrika çok kötü şeyler yapıyor” diye başlamış. Bu ifadeler muhtemelen biraz hödüklükten olsa da herhalde daha çok ‘halk bundan anlıyor’ kanaatinden olmalı.

Her neyse, temsili demokrasiler ve insan hakları hukuku can çekişiyor şu aralar.

‘İlerleyen yıllarda hâlihazırdaki hükümet sisteminden vazgeçilir mi?’ sorusu etrafında yazmaya devam edeceğim.

Yazı önerileri:

1.Geçen hafta ‘muhalefetin pek ilgilenmediği’ bir yasa değişikliğiyle cumhurbaşkanına olağanüstü ve bana kalırsa temel anayasal ilkelerin ‘ruh’una aykırı bir yetki daha verildi. Baskın Oran hoca konu üzerine yazmış.

2. Mine Söğüt, deprem ve hafıza üzerine çok anlamlı bir yazı kaleme almış.

3. Evren Balta, Trump’ın kararname sevgisi üzerine yazmış

Bir Hatay belgeseli, İmre Azem’den. ‘Hatay: 17-24 Nisan 2023’.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar