Nabi YAĞCI
Bu yazım farklı bir yazı olacak yalnız fikrimi değil ruh halimi de okurlarımla, dostlarımla paylaşmak istiyorum, düşünüyorum ki içi daralan yalnız ben değilim. O nedenle yazım uzarsa kusura bakılmasın.
Aylardır yazamıyorum, yazamıyor değil, yazıp yazıp atıyordum, neredeyse bütün gün yazıyor gece indiğinde gün yorgun ben yorgun, aklım yorgun artık yazmayı bırakıyordum. Yazdıklarıma şöyle bir göz atıp bir tıkla çöpe gönderiyordum. Yazılar çöpe gidiyor ama sorular geride kalıyordu.
Bu bir iç daralmasıydı ama nedeni dışımdaydı, beni de içine alarak dünya daraldıkça daralıyor, sanki bir fırtına bekler gibi kabuğuna çekiliyor, büzüşüyordu. Olan biten şeylerin nedenini bilmek yetmiyordu, nedenler sonucun saçmalığını ortadan kaldırmıyordu. Ben ise saçmalığa laf yetiştirmeye uğraşıyordum yazarak, üstelik de yaptığım işin farkındaydım ve bu beni daha da darlandırıyordu. Saçmaya karşı nasıl yanıt verilebilirdi, saçma nasıl eleştirilebilirdi? Saçmalamaları aklî eleştiriye tabi tutmanın da saçmalamak olduğunu fark ediyordum, yaptığım saçmalamaları o nedenle çöpe atıyordum. Ama gündüz yine yazıyordum, sanki yazarak kafamı boşaltmak istiyordum, sanki yazmazsam bir daha hiç yazamayacakmışım gibi geliyordu. Gece sabahı beklerken yazmayı bırakıp zihnimi serbest düşünce çağrışımına bırakıyordum, olaylar, fikirler bir zaman sırası olmadan akıp gidiyordu.
Gürültülere, laf yarıştırmalarına, sığ söylemlere kulağımı kapatıyor ama her şeye rağmen olayların gidişini izliyordum. İzliyordum çünkü, bu boğucu ortamda iki tür tepki gelişir, biri olan bitene sırtını dönmek, havaya ıslık çalarak akıl sağlığını korumaya çalışmaktır, doğrusu kimse bu hale bir şey diyemez korunmanın bir yolu çünkü. İkincisi varolan gerçekliğe sırtını dönmeden ona başka açıdan bakmaya çalışarak onun içinde bir başka gerçekliği aramak. Çölde vaha aramak gibi. Bu yazım bu yolu deneme yazısıdır. Hem somut siyasal olguları hem bu son aylarda yaşamış olduğum zihinsel ve ruhsal süreci iç içe geçirerek ilerleyecek yazım, zihnimdeki akışı öyleydi zira.
Canımı yakan şey bu ülkede hâlâ fikir özgürlüğü için mücadele etmek zorunda kalışımız. Hâlâ fikirlerden korkulan bir ülkenin insanı olmaktan açık söyleyeyim utanıyorum. Gerekçeler farklılaşıyor o kadar. Fikre ihtiyacı olmayan bir ülkede fikir üretmeye çalışmak elekle su taşımak oluyor. Artık bu ülkede fikir suçları olmaz diyorduk ki bugün cezaevleri fikirlerinden dolayı suçlananlarla doldu. İçlerinde dostlarım da var.
HDP’nin resmi Genel Merkezi cezaevi oldu, hatta neredeyse bütün parti yönetimi milletvekilleri de dahil hapiste ama bu parti hâlâ üçüncü parti olarak Mecliste. Saçma… Öte yandan Türkiye’de referanduma giderken başkanlık mı parlamentarizm mi tartışılıyor, ama bu parlamento parlamentarizmin en temel ilkesi olan milletvekili dokunulmazlığına dokunmakta hiç sakınca görmedi, diğer yandan buna destek vermiş olan ana muhalefet partisi ise referandum kampanyasında “parlamentarizm elden gidiyor” diyor. Saçma…
İktidar “Geleceğimiz için Evet”, diyor; CHP “Geleceğimiz için Hayır” diyor. Kimsenin bugünü kurtarma umudu yok gibi.Türkiye’nin geleceği ise bugün işsiz akademisyenleri olarak sokaklarda, fikir insanları olarak hapishanelerde, geri kalanlar ise içine kapanmış durumda. Ayrıca bugün nerede bitiyor, gelecek nerede başlıyor, bilen var mı? Ve kutuplaşma had safhada, Evet Hayır kavgası her siyasi gerilimde olduğu gibi dünyanın sonu gelecekmiş gibi sürüyor. Saçma… Halka Evet mi Hayır mı diye soruluyor ama Hayır fiilen yasaklanıyor. Saçma… TV’lerde merkez medyada Hayır’ın adı yok.
Bunun böyle olacağı başından beri belliyken ve muhalefet en başta OHAL koşullarında anayasa değişikliği yapılamaz derken, hatta Başbakan dahi “OHAL koşullarında referandum yaptırttı dedirtmem” demişken ne oldu da değişiklik paketi içerik olarak Meclis’te tartışılmaya başlandı? Başbakan söylediğini yaladı/yalattırıldı, onu anlıyorum, muhalefete ne oldu da başlangıçtaki ilkesel tutumdan vazgeçtiler? Bu fiili durum kabul edildi? Neden Meclis’te içerik tartışmasını boykot etmediler? Meclis kürsüsünden AKP, MHP sözcüleri konuşsaydı, muhalefet ise dışarıda ilkesel konumunu savunsaydı, halk çelişkiyi apaçık görürdü. Muhalefet iktidara neden alelacele böyle bir değişikliğe gittiğini sormuştu, gördük ki iktidar buna yanıt veremiyor. İçerik tartışmasıyla iktidar bu sorudan da kurtulmuş oldu. (Bu nokta önemli bence Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın amacı yaklaşan istikrarsızlık tehlikesine karşı önlem olarak özellikle kendi tabanındaki hoşnutsuzları bastırmak için bu referandumu güven oylaması olarak kullanmak istiyor). Muhalefet referandum kararına da en baştaki ilkesel tutumunu sürdürerek itiraz etmeliydi. Bu koşullarda olmaz demeliydi. Bütün bunlar olmadı.
Bu bunaltıcı koşullarda benim çöl içinde vaha aramaya kalkmam tek bir nedene dayanıyor;Vaha toprak altında, bu ülkenin çok kültürlü zengin mirasının içinde; Çöl ise toprak üstü, fikre bile tahammülü olmayan bugünkü sığ siyasi ortam. Ben işte o kayıp vahanın peşindeyim. Odak noktam ise hep üzerinde durduğum muhalefet sorunumuz.
I
Felsefenin çağrısı/ Felsefeye çağrı;
Kendi kendime söylenirken ve yazdıklarımda saçma sözcüğünü ne denli çok tekrarladığımın farkına vardım; zihnim gençliğimde Marksizm’den önce ilk göz ağrım olan (çünkü Marksizm yasaklıydı) Varoluşçuluk felsefesini çağrıştırdı. “Etrafımızda saçmanın iklimi var” demişlerdi. Baktım bizim etrafımızda olan da buydu. Onlar bunalımdan bir felsefe çıkarmışlardı, bizde çıkar mı…sorusunu soruyordum ki birden durdum, zaten var dedim hem de senin tanışık olduğun, bu toprakların ürünü olan bir felsefe, Tasavvuf…Bir süredir bu ilgime ara vermiştim, şimdi yeniden dönme kararı verdim. Bu kararım içimdeki boşluk duygusunu yok etti, çünkü önüme bir iş koymuştum. O gece sabahı beklerken ilk ışıklarla birlikte içimdeki bulutların dağılmaya başladığını hissettim. Ve felsefe üstüne düşünmeye başladım. Ve daha ilk saniyede yardımıma geldi, gece susmuş, aklım benden bu kadar git kendine başka akıl bul diye kıvrılıp uyumuşken geçmişten bildiğim bir sözü hatırlayıverdim:
“Akıl bir kandildir, mağaranın girişini aydınlatabilir ancak, derin karanlığa daldığında akıl-gözü görmez olur, gönül-gözü gerek sana”
Bu söz dün bilgi olarak aklımda duruyordu ama şimdi bilgi olmaktan çıkıp iç deneyimimle dünyaya bakış tarzımı değiştiren hayat felsefem olmaya başlıyordu, bunu hissediyordum.
Bu cümle Tasavvufun temel bir önermesidir, açılmak ister bunu da gelecek yazılarıma bırakacağım. Şu kadarını söyleyeyim, akıl-gözü olgusal gerçekliği, rasyonel aklı imlerken, gönül-gözü sezgisel gerçekliği, sezgisel aklı imler. Ve felsefeyi böylece gündelik hayatın içine sokar.
Sezmeye başlamıştım, yanlışım buradaydı; felsefesini yitirmiş bir dünyaya felsefesiz bakarak o dünyaya hapsoluyor, debeleniyordum. Bakış tarzını değiştirmeliydim, bugünden geleceğe bakmak yanlıştı, “gelecekle geçmişi birleştirip” bugüne bakmalıydım.
Felsefi düşünce için ille de filozof olmak gerekmez, ben de değilim ama dünyaya bakış tarzımızın yetmezliğini fark edip darlandığınızda, bir ufuk genişliği aradığınızda, taze hava ihtiyacı duyduğunuzda, düşünsel bakımdan bir kirlenmişlik hissettiğinizde yana yakıla arayışa düştüğünüzde yardıma gelecektir. Benim az sayıda hayat düsturlarımdan biri Heraklitin şu sözüdür: “Beklenmeyeni beklemezsen bulamazsın”. Aylardır süren halimi çok iyi anlatıyor.
Belirsizlik mi Çaresizlik mi?
Bugünlerde özellikle Trump’ın ABD başkanı olmasının yarattığı şokun ardından zamanımızı tanımlamak için en sık kullanılan kavram “belirsizlik”tir. Aklıma daha 2012 yılında Altüst dergisinin 8. sayısında yazdığım yazı geldi, “Belirsizlikler Zamanı ve Ütopya Zamanı” başlıklı yazıydı bu. Yeniden baktım, belirsizliğin kapitalist modernizmin ilerlemeci ve determinist aklının iflasının sonucu olduğunu haklı olarak söylüyordum ve o halde ütopyalarımızı bugüne taşımak gerekir diyordum; Ama bir nokta var ki es geçilmiş, bugünün insanı ütopyalara olan inancını yitirmiş durumda, bunu atlamışım. Yada ben deyince o inanç doğacakmış gibi.Yani aklî analizle (akıl-gözü) yetinmişim, oysa belirsiz olana sezgisel akılla yaklaşmak gerekirdi (gönül-gözü), yeniden düşünmeye başladım.
Bunu şimdi görüyorum, belirsizliği yaratan koşullar bugün ortaya çıkmadı ve dünden kökten farklı da değil, o halde belirsizlik görünümünün gerisinde yalnız bilişsel değil duyuşsal bir hal de olmalı.
Çaresizlik duygusu ve inancın yitimi; Hemen kendime döndüm ve yazılarımla aramda hissettiğim samimiyetsizlik şeklindeki kötü tadın nedenini fark ettim. Yazılarımda bugünden geleceğe bakarak dünyayı değiştirecek bazı imkânlar görüyor ve onları analiz ediyordum. Analizlerimiz, öngörülerimiz nesnel ve “olgusal” olarak doğru olabilir ama onların doğru olması ille de sonucun öyle olacağı anlamına gelmezdi. Asıl sorun halkın değiştirme iradesiydi, onu irdelemem gerekiyordu. Fakat daha önemlisi kendim ne hissediyordum, dünkü gibi geleceğe inançlı mıydım? Soruyu kendime sordum yanıtım yıkıcıydı. Olgulara baktığımda bir gelecek görüyordum ama o geleceğin gerçekleşebileceğine dair inancım zayıftı. İşte yazdığım yazıları iç sesim eleştiriyor ama ben bunu fark etmiyor yalnızca bir eksiklik hissi duyuyor, yazılarımla kendim arasında bir samimiyetsizlik olduğu duygusuna kapılıyordum. Ama şimdi nedenini biliyorum. Bu duygu, yalnız bende olmadığını kuvvetle sandığım, çevremde de gördüğüm ama insanların itiraf edemediği duygu hâliydi: Laf olarak tersi söylenmiş olsa bile geleceğe dair inançsızlıktı bu duygu. Başka deyişle dünyanın iyiye doğru değişebileceğine olan inancı yitirmek.
O zaman şu soru akla geliyor; dün bugünden köklü olarak farklı değilse dün neden inançlıydık da bugün değiliz? Şöyle bir yanıt geliyor aklıma. Dün dünya kesin inançlılar dünyasıydı, bu kesinlik ilerlemeci tarih algısının sonucu doğan hem sağda hem solda katı çekirdekli ideolojilerin ürünüydü. Soğuk savaş sonrasında bu katılık yumuşarken onunla birlikte ideolojiler de gözden düştü, hatta ideolojilerin sonu ilan edildi, bu hâl liberal yanılgı idi. Kesin inançlı değil kuşkulu olmak doğruydu şüphhesiz, eleştirel düşünmeyi öğrenmek zorundaydık, fakat kuşkularımıza rağmen inanmaya cesaret etmeli, ütopyamızı diri tutmalıydık.
Belirsizlik zamanımızın olgusal anlatımıyken çaresizlik duyumsal anlatımıdır. O yazımda bu iki ayrı gerçeklik birbirini tamamlamalıydı.
Çaresizlik duygusunun doğurduğu bir başka sonuç;
Kayıtsızlık hâli ve Muhalif ruhun yitimi: Kayıtsızlık halini açmaya gerek duymuyorum, hepimizin gözlediği durum. Yazıyı daha fazla uzatmamak için üzerinde durmayacağım ama bu kayıtsızlığın özellikle doğaya karşı olanının bizi topyekün felakete götürdüğünü hatırlatmalıyım.
Nihayet beni asıl ilgilendiren ruh haline geliyorum, çaresizlik duygusu ve inanç yitiminin doğurduğu düşünce ve davranışlarımızdaki motivasyon eksikliğine yol açan muhalif ruhun yitimine.
Bu noktada öteden beri üzerinde düşündüğüm, araştırdığım muhalefet sorumuza yeniden dönmüş oluyorum. Bu konuda yeni bir bakış açısına ihtiyaç olduğunu görüyorum. Bu konunun açılımına girmeyeceğim onu da başka yazıya bırakıp sonuçlarını söyleyeceğim.
Muhalefetle muhalif olmayı ayırarak başlayacağım. Her zaman bir muhalefetimiz oldu ama tezim şu ki Cumhuriyet sonrasında muhalif geleneğimiz hiç olmadı (yine de insaflı olup, zayıf olduğunu söyleyeyim).
Her halkın bir ruhu olduğuna inanırım.Bu mistik bir şey değildir toplumun yüzyıllar içinde oluşan sezgisel aklıdır. Ki o akıl muhalif ruhu diri tutarak bir muhalefet geleneği yaratıyor, bu gelenek ise bir muhalif kültür doğuruyor. Bu kültür siyasetten önce kendini türkülerde, destanlarda, ağıtlarda, deyişlerde, şiirlerde popüler felsefeyle ifade ediyor ve böylece aynı zamanda zamana karşı dayanıklı hale geliyor.
Keskin devrimci sloganlarımızla muhalif ruh karıştırılmamalı, hatta tersinedir, muhalif ruh alçak sesle konuşur, öne çıkmaz ama her zaman oradadır. Muhalif ruh bir sel değil hep aynı noktaya damlayarak taşı delen su damlasıdır. Sel sonra gelir.
Caz müziğini düşünün, bu yönüyle bu müzik her zaman ilgimi çekmiştir, pamuk tarlalarında kırbaç altında çalıştırılan siyah kölelerin yarattığı sıcak müziktir; insanın evrensel duygularını, acıyı, öfkeyi, sevinci, aşkları, umudu, umutsuzluğu en sahici, en otantik biçimde dile getirdiği için beyazların ırkçı duvarlarını delebilmiş beyaz gençlere ulaşarak onlara ateşli bir muhalif ruh kazandırmış veya o ruhla empati kurabilmiştir; Bu etkileşim sonucu protest müzik denilen bir müzik akımı doğdu. Amerika’da kitaplardan çok bu protest müzik yasaklandı, sıklıkla plâkları toplatıldı. Müzik dili muhalif ruhun evrensel dilidir. Protest müzik muhalif ruhun popüler ifadesiydi. (Bizde Ahmet Kaya’nın müziğinin, Yılmaz Güney’in filmlerinin, Nazım Hikmet’in şiirlerinin, Aziz Nesin’in hikâyelerinin, Çetin Altan’ın yazılarının yasaklanması da aynı nedenledir, çünkü onlar muhalif ruhu halka ulaştırmayı başarmışlardı)
Anadolu bozkırlarında, Balkanlar’da, Trakya’da türküler, nefesler, destanlar, efsaneler bu muhalif ruhu yansıtırlar. Tasavvuf geleneği, despotik merkezi otoriteye(devlete) karşı yüzyıllar içinde oluşmuş bir muhalif ruhun bir dünya görüşü ve yaşam tarzı haline gelmesidir. Hem dünyevî iktidar otoritesine (devlet) , hem ruhanî iktidar otoritesine (Ortodoks din anlayışı) muhaliftir, Heteredoks, ademi-merkeziyetçi bir dünya görüşüdür. Verilen mücadeleler eşitlik ve özgürlük mücadelesidir, bir aydınlanma hareketidir. Üstelik bu aydınlanma geleneği Batı aydınlanmasından farklı olarak toplumsal ekonomik eşitliği içerir. Batıyı önceler.
Evet. Bu topraklarda böyle bir felsefe vardır, bu felsefenin öncülük ettiği, yüzyıllar boyu beslediği muhalif halk hareketleri vardır. Tasavvuf böyle bir felsefe, dünya görüşü ve yaşam tarzıdır. Fakat mesele onu taklit etmek değil ondan esinlenmektir.
Cezaevindeyken bir kitapta eskilerde yaşamış bir İtalyan tarihçisinin şu sözlerini okumuş ve daha fazlasını öğrenmek istemiştim: “Rönesans’ı ateşleyen şey, genç bir dervişin, Derviş Yunus’un ateşli sözleri olmasın sakın?”
Cumhuriyete geçişle birlikte yitirdiğimiz şey işte bu muhalefet geleneğidir. Devlet geleneği (katı bürokratik merkeziyetçilik) geçmişten olduğu gibi alınırken (Saray’ın merdivenlerini hatırlayın), halk muhalefeti geleneği ise resmi tarih ve resmi ideoloji eliyle hafıza yıkama sonucu toplumsal hafızadan silinmişti.
Bu durumu biliyoruz artık, fakat gereğini yapıyor muyuz? Yani geçmişle yüzleşme, geçmişi yeniden hatırlama, o muhalif geleneğin kültürünü gün ışığına çıkarma. Düne göre çok şey yapıldığını biliyorum, yüzleşme atölyeleri var, Tasavvuf üstüne ilgi duyanlar, araştıranlar, kitaplar arttı. Elimden geldiğince izliyorum. Fakat daha çok şey yapmak gerekiyor. Söz buraya gelince geçmişin muhalif ruhunu bugüne taşıma çabasının öncüsünü hatırlamamak mümkün mü? Nazım Hikmet. Elinde Zeyl’i ile gece sabahı beklerken odama konuk oldu.
Zeyl;
Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanına koyduğu Zeyl (ek) ile karşılaşmamın bende yarattığı güçlü etkinin hikâyesine değinmeden geçemeyeceğim, Cezaevinde Bedreddin Destanı üzerinde çalışırken bir soru vardı kafamda, Nazım bu destanı neden yazmıştı?
Bu sorumun yanıtını içerden çıktıktan çok sonra bulacaktım ve hem de muhteşem biçimde. Yıllar önce Nazım’ı anma toplantısında benden bir konuşma istenmişti, Nazım için söylenmedik ne var ki deyip bildiklerimi yeniden gözden geçirirken, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl” başlığı altında yazdığı şu cümleyi görmüş ve çok sarsılmıştım, kalkıp kitaplığımda o cümleyi tekrar buldum şimdi, şöyle diyordu Nazım;
“(bir ön söz yazmak istemiştim, n.y,) …Bedrettin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal ve ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin’in materyalizmi ile Spinoza’nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir önsöz yazdım. Şöyle ki…” (1)
Bu paragrafta altını benim çizdiğim cümle onu gördüğüm gün beni çok şaşırtan cümleydi. Spinoza’nın felsefesine materyalist diyebilmek için Spinoza’yı iyi bilmek gerekirdi, bildiğini anlamıştım. Eğer önceden Spinoza ile tanışmış olmasaydım bu cümle ilgimi hiç çekmezdi, geçmişte de bu cümle dikkatimi hiç çekmemişti. Dahası bu felsefeye materyalist diyebilmek hem dogmatizmden uzak bir düşünce genişliği hem de cesaret isterdi; görmüştüm ki Nazım’ın materyalizm anlayışının bizim kuşakların kaba materyalizm anlayışıyla hiç ilgisi yoktu, hatta kendi zamanına dahi aykırı düşüyordu, zamanının üstündeydi, o nedenle Stalin’in hışmından canını zor kurtarmış, partisi TKP içinde de zor günler geçirmişti. En dikkat çekici olan şey ise Bedreddin ile Spinoza arasında bir ilişki kurabilmesiydi.
O zaman anlamıştım ki, Nazım’ın meselesi komünist/sosyalist harekete kök bulmak, onu bir kahramanlık menkıbesine dayandırmak değil bir muhalif felsefe geleneği bulmakmış. Bunu fark etmek Nazım’a olan hayranlığımı kat kat artırmış, arayışlarımda beni yüreklendirmişti.
Nazım’ın vasiyeti;
Yukarıdaki pasajın devamı ise Nazım’ın bizlere vasiyetidir. Yazdığı destana işaret ederek “ ben karalama yaptım siz Karaburun, Deliorman yiğitlerini diriltecek romanlar, şiirler, yazın tablolar yapın” dedikten sonra vasiyetini şu dizelerle bağlar; “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın/Dünü bugüne/bugünü yarına bağlayın!”
Ama bağlayamamıştık, nedenini artık anlattım. (2)
Bırakalım uzak geçmişi kendimizin eseri olan mücadele pratiklerini dahi tarihleştiremiyoruz, çünkü kayıt cihazımız yok, hafıza kartımız yok.
Fakat yapabiliriz. Bunun için en önce aydınlar kolları sıvamalı. Yapanlar olduğunu da biliyorum ama yeterli değil. Bu halkın tarihçisi, felsefecisi, sosyologu, sanatçısı, araştırmacısı yeni bir aydınlanma seferberliği için bir sinerji yaratmalı ve yaratabilir. Bu birikim var, baskılara aldırmadan, gürültüye pabuç bırakmaksızın. Bir sürü akademisyen de hazır işsizken!!!
Sonuç olarak: Bugünden geleceğe bakmak yanlış bakıştır, kapitalizmin yabancılaştırıcı etkileri altında bakıldığı için çaresizlik duygusu inancı yok ediyor, eğer “gelecekle(ütopya) geçmişi (medeniyetler tarihi) birleştirerek” bugüne bakabilirsek yitirilen muhalif ruh ve dünyayı değiştirebileceğimize olan inanç yeniden canlanabilir. Bundan böyle bu görüş açısıyla bakmaya gayret edeceğim.
İçimde bir heyecan kıpırtısı duyarak sabahı beklemeden bu yazımı yazmaya oturmuştum, ama önce en son yazıp da henüz çöpe atmadığım yazıma bir göz atmak istedim. İyi ki yapmışım. Görüş açımdaki yanlışı gösteren bir ayna oldu, yalnız benim değil, muhalefetin de. Referandum üzerineydi yazım ve Cumhurbaşkanının konuşmalarını eleştiriyordum ama dananın büyüğünü ahırda unuttuğumun farkında olmadan.
II
Farkında mıyız Devlet Evet dedi.
Cumhurbaşkanı referandum kararını imzalamış ve kararın Resmi Gazetede yayınlanması ardından bir konuşma yapmıştı. Önce ben de fark etmemiştim bu konuşmanın anlamını, geriye dönüp baktığımda fark ettim.
Bu konuşmayla halk oylamasında DEVLET EVET demiş ve böylece bu konuşma referandumun meşruiyetini de yok etmişti; Çünkü konuşan her hangi biri değil Anayasaya göre “devletin başı” olan Cumhurbaşkanıydı. Bu durum kabul edilemezdi, reddedilmeliydi.
Bu konuşmada yeni ne vardı ki durum değişmişti? Yeni hiçbir şey yoktu, daha önce de aynı konuşmaları yapmıştı Cumhurbaşkanı Erdoğan, o halde yeni durumu yaratan neydi? Zaman faktörü…
Referandum kararının kesinleşmesinden, Resmi Gazetede yayınlanmasından sonra konuşmuştu Cumhurbaşkanı. Bir bakıma kampanyayı fiilen başlatmıştı. Üstelik AKP’nin kampanya için hazırlattığı şarkının nakaratıyla “Tabii ki Evet” diyerek.
Devlet böylece çok açık biçimde halk oylamasına müdahale etmişti. Oysa aynı devlet “bu konu Mecliste çözülemedi şimdi size soruyorum, Evet mi Hayır mı?” diyerek referandum kararı almamış mıydı? Öncesini bıraktım, bu karar yürürlüğe girdiği gün susması gerekmiyor muydu devletin? Ama devlet şimdi kendi sorduğu soruya kendi cevap veriyordu, Evet diyerek. Kara mizah mı bu?
İnternet ortamında aradım, acaba bu vahameti fark eden var mı diye, elbette her yazılanı takip etmem mümkün değildi ama göremedim. Özellikle ana muhalefet partisi CHP’ye baktım bir tepkisi var mı diye, yoktu. Fark edilmemişti.
Konuşmanın devamı da vahimdi. Hayır diyenler terör destekçisi gösteriliyordu, sonrasında darbeciler bile dendi. (Konuşmanın bu kısmı kuşkusuz çok eleştirilmişti). Açık olan şu idi ki, Hayır diyen vatandaşlar makbul ve muteber vatandaş sayılmıyordu; Bu konuşmayı,”Ben Evet’ çilerin Cumhurbaşkanıyım, Hayır’cıların değil” diye algılasak fazla mı alınganlık yapmış oluruz! Ama seçilmiş olduğu için o bizi böyle görse de biz demokrasi teamüllerinin gereği olarak kendisini Cumhurbaşkanımız olarak görürüz. Fakat bir vatandaş olarak vatandaşlık hukukuma yönelik bu saldırıyı kabul edemem, buna kimsenin hakkı yoktur, Cumhurbaşkanı bile olsa. Ki onun hiç hakkı yoktur. Anayasa, “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder” derken Cumhurbaşkanı toplumu nasıl böylesine ikiye böler? Bu durumda tasarının içeriğini tartışmak da kanımca anlamını yitirmişti. Kaldı ki bu siyasi tavır içeriği de yeterince açık göstermiyor mu?
Dur diyemeyen ana muhalefet;
Devletin evet dediği o konuşmanın hemen ardından, yapılması gereken DUR demekti. Referandumun meşruiyetinin kalmadığını halka açıklamaktı. Devletin taraf olduğu ve devletin bütün imkânlarının seferber edileceği ve bir kardeş kavgasına sürüklenecek tarzda düşmanlaştırmanın olduğu yerde bu taslağın içeriği bu durumdan daha tehlikeli olamazdı. O nedenle; a) Cumhurbaşkanının anayasal sınırlara çekilmesi, b) bu düşmanlaştırıcı söylemin derhal durdurulması için yalnızca lafta kalmayan halkın dikkatini bu noktaya çekecek, çok şey yapılabilirdi. Muhalefet bu iki noktayla sınırlı ortak bir deklarasyon çıkarabilirdi (eğer CHP HDP ile aynı karede görünmekten korkmasaydı), sonuç alınmayacak olsa da YSK’ya, AYM’ye başvurulmalı ve mesele Meclis gündemine taşınmalıydı. Hiç biri yapılmadı. Bu durumda fiili yönetimden şikâyet etmek sızlanmaktır. Bu fiili durumlara Evet demekle aynı zamanda OHAL’in kalıcılaştırılmasına da Evet denmiş oldu. Referandumun bile yapılabildiği(!) ve sizin ilkesel olarak karşı çıkmadığınız durumda OHAL’den nasıl şikâyetçi olacaksınız?
Devletin Evet demesi karşısında artık en başta olması gereken ilkesel tavrı hiç değilse şimdi gösterip boykot kararı alınmalıydı. Ne var ki, CHP’nin bu kararı almadığı durumda pratikte boykot yanlış olurdu. CHP böylesi radikal bir tavır almazdı, zaten en başta söyledim ilkesel tutum daha Meclis’te içerik tartışmalarıyla ortadan kalkmıştı, CHP’nin boykot kararı almadığı durumda girişilecek boykot ise muhalefet hareketini bölerdi. Oysa benim asıl önem verdiğim bu referandum nedeniyle muhalif bir vicdan hareketinin 7 Haziran’a benzer biçimde yükselmesidir. Böyle bir hava var, açıkça görülüyor.
Benim bir vatandaş olarak tavrım, oylamaya katılıp referandumun kendisine Hayır demektir. Ortada bir seçme durumu da yoktur üstelik. O nedenle taslağın içeriğini hiç tartışmaksızın referandumu meşru görmediğimi ifade için Hayır diyeceğim. Hedefim ise demokratik istikrar için çoğulcu katılımcı yeni bir anayasa çağırısıdır. Ne 1982 Anayasası ne de bu değişiklik toplumsal uzlaşıya dayanmaktadır ve dolayısıyla her ikisinde de vatandaş olarak rızam yoktur. 1988’de “Tarihi TKP” davasında tutuklu olarak yargılanırken ilaveten o tarihten beş sene önce referandumda 82 Anayasasına Hayır demiş olduğum için cezaevinden alınıp yargıç önün çıkarılmış, yargılanmıştım. Şimdi de yine Hayır demek fiilen yasak sayılıyor. Akıldan kuşkulanmam boşuna değil.
III
Asıl soru:Neden fark edilemedi?
Devletin Evet demiş olduğu neden fark edilmedi, edildiyse bu tepkisizlik niye idi?
Kapsayıcı nedeni yazımın başında söyledim; muhalif ruh yoksunluğu ve muhalefet geleneğimizin olmayışı.
Cumhurbaşkanının konuşmasının doğurduğu vahameti görememek görülse bile buna tepki vermemek fiili yönetimlere alışmış/alıştırılmış olmanın da sonucudur. Çevremde bu konuşmayı test ettim, ne diyorsunuz diye sordum “ne olacak canım, zaten her gün aynı konuşmuyor mu?” yanıtını aldım. Bizi fiili durumlara alıştıranlar alışık olduğumuzu gayet iyi biliyorlar. Tencere yuvarlanıp kapağını buluyor.
Asıl mesele “Anayasal Demokrasi”nin bizde hiç yaşanmamış oluşu ve dolayısıyla vatandaş hukukunun ve normlarının içselleşmiş olmayışıdır. Bizde anayasalar demokrasinin ihtiyacı nedeniyle değil devletin ihtiyacı nedeniyle yapılmıştır, bunun böyle olduğunun en çarpıcı örneği Tek Parti döneminin anayasası olan 1924 Anayasasının Çok Partili rejime geçildiğinde de yürürlükte olmasıdır. Demek ki anayasalarla demokrasi arasında bir illiyet bağı yok. Sonraki Anayasalar da vatandaşın devlete karşı korunması için yapılan ve tarihsel ittifakı yansıtan toplum sözleşmesi özelliği göstermez. O nedenle bizde “Anayasal Demokrasi” değil, “Fiili Demokrasi” ola geldi. Aynı nedenle muhalefetimiz de “fiili muhalefet” oldu, gelenekselleşmedi.
O yüzden bizler mağdur vatandaşlar değiliz, vatandaş olamadığımız için mağduruz. Oysa vatandaş olarak kiracı değiliz ev sahibiyiz, kiracı olan devlettir. Problem şu ki aramızda bir kira sözleşmesi olmadığı için kiracı eve canının istediği gibi tasarruf ediyor, orayı burayı yıkıyor.
Kızdığım için muhalif değilim, muhalif olduğum için kızıyorum; muhalifim çünkü devletle benim varolma nedenimiz, kumaşımız farklı; Devlet beni yönetmek ister (devlet iktidarı) , bense (halk/demos) kendi kendimi yönetmek (kratos/iktidar) isterim, demokrasi halkın iktidarı (demoskratos) olduğu için de bu iki iktidar doğaları gereği muhaliftir ve muhalif ruh bu karşıtlığın ürettiği hâldir.
IV
Bitirirken;
Bu referandumda bir tarafta Evet diyen devlet, öte tarafta Evet ve Hayır ile toplam halk olacak. Biz halkız.Bu tablo tarihsel anlamla yüklü bir görüntüdür. Bunu da gelecek yazımda ele alacağım.
Evet diyecek dostlarımın olduğunu da biliyorum, bu saçma kutuplaşmaya katılarak dostluklarımı kurban etmeyeceğim, aklımı yitirmedim. Benim Hayır demem halkın içinde Evet diyeceklere değil, devletin Evet’ine karşı olacaktır. Öte yandan “Ben Evet diyeceğim, ama Hayır diyenleri düşmanlaştıran söylemlere de karşıyım” diyen bir ses duymak benim için Hayır demekten etik açıdan daha değerli olurdu. Referandum bir son değil ertesi gün yine aynı topraklarda yaşayacağız zira.
Özetle benim kendi gerekçem;
1) İçeriğine bakmaksızın, meşruiyeti olmadığı için bu referandumun kendisine Hayır diyorum.
2)Muhalif ruhun canlanması ve demokratik halk muhalefetinin yükselmesi için Hayır diyorum.
3)70 yaşını aşmış, hayatı fikir özgürlüğü için mücadeleyle geçmiş bir vatandaş olarak ülkemde korkusuzca Hayır denebilsin diye Hayır diyorum.
Korku özgürlüğün hapishanesidir çünkü. Özgürlük ise muhalif ruhun itirazıyla, Hayır’la başlar. İnsanlık Hayır demeyi beceremeseydi ne felsefe doğardı, ne bilim. Hatta putlara Hayır diyen semavi dinler bile doğamazdı.
Bir de Evet veya Hayır zamanları vardır tarihte. Ne yazık ki insanlık bütün Hayır’larına rağmen barbarlık çağını aşamadı, o nedenle de Evet zamanları çok ender karşımıza çıkıyor. Değeri bu yüzdendir. Soğuk Savaş sonrasında kısa bir süre böylesi bir zaman dilimi içine girmiştik. Dünyayı geleceğe dair iyimserlik kaplamıştı, bize geç de olsa 1990’lı yıllarda gelmiş dalgalı da olsa 2011’e kadar sürmüştü, sonrası ise dünyada da bizde de derin kırılmaydı. O kısa aralık değerli bir Evet zamanıydı, yetmese de! O günlerde Evet demeye cesaret etmiş olan bizler, şimdi Hayır deme cesaretini de göstermeliyiz, böylece kim ne derse desin halkımıza karşı iki kez sorumlu davranmış olacağız; Bu gerçek, o günlerle şimdi arasındaki derin uçuruma ve neleri yitirdiğimize bakarak görülebilir.
Evet zamanlarının gelebilmesi için bugün Hayır diyorum.
(1)Nazım Hikmet/ Şiirler 2/ sayfa 272/Adam Yay.
(2)Bedreddin olayı üstüne tarih içi birçok tartışma olduğunu biliyorum, benim bakışım sola bir kök aramak değil, demokratik halk muhalefetine felsefi derinliği olan bir gelenek aramaktır. O gelenek varsa zaten sol için de orada kök vardır.
Yazarlar
-
Ali BAYRAMOĞLUÖzel ve CHP’ye dair son gözlemler 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerPATRON KİM? 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm sürecinin CHP’si daha merkezde 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURAK Parti üzerine doktora yapmış bir CHP lideri…. 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİddianamenin ruhu siyasi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel'le kahvaltı: CHP nereye böyle? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRBakın Şahan'ı şikayet eden kimmiş? Her balkona havuz yapan müteahhit savcıya koştu! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCHP hakkında kapatma davası açılır mı? Yok artık, daha neler! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolCHP nereye? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNECumhurbaşkanı adayını suç örgütü liderine dönüştürmek mümkün mü? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye’de ‘altın oran’ nedir? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZBir iddianameden fazlası: CHP’yi dizayn girişimi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“Boğazımdan tek kuruş geçmedi” 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU‘Masumiyet karinesi’ mi, o da ne ki? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokrat Kral’ın anıları 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBir iddia-nağme 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİKemalizm’in dindarlarca rehabilitasyonu 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraMemnuniyetsizler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBelediyenin açıklaması gerçekleri gizliyor mu? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünBaşarılı bir diplomasi örneği… 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEnternasyonalizm ve Demokratik Toplum Çağrısı... 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKürtler davete icabet ediyorlar 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasDüşmanımız kimdir bizim? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRAK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüş 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRHSK neden suskun? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞİŞ CİNAYETLERİ VE CİNAYET EKONOMİSİ… 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAkdeniz’den Hazar’a hizalananlar ve Colani’nin Beyaz Saray günü 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞÖcalan 70’lerde mi kalmış? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilModernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası 9.11.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanEğer tuz da koktuysa ne yapmalı? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBaşkanlık monarşisi (presidential monarchy) meselesi: Teorik bir izah 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞSelahattin Demirtaş’ın yazısı, zihnimiz ve zihniyet labirenti 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KUR3 MART 1924 YASALARI 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Önerisiz veya bizzat öneriyle eleştiri” 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpFiyat istikrarı mı, finansal istikrar mı? 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselVahim bir gelişme: İşgücü piyasasında daralma 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezMor-yeşil ekonomi: Ara dönem fırsat yaratabilir 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayTrump, Fed ve para politikası: Sol, merkez bankası konusunda neyi savunmalı? 2.11.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRSÜREÇ VE "DİLİN KEMİĞİ"! 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENAK Parti 2.0’a Hazır Mıyız? 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezGüvenli Liman: Altın ve Gümüş 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYBaşkalarının acısı… 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaSüreç yönetmenin sorumluluğu 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
















































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
13.09.2022
10.06.2022
9.03.2022
12.09.2021
6.04.2021
17.03.2021
12.02.2021
8.02.2021
6.02.2021
3.05.2020