Markar ESAYAN

Simyacı
9.09.2012
3203

 Bir çocuk için vaha sayılabilecek bir cümbüş içinde büyüdüm. Bu bir çocuk için cennetin ortasına düşmek gibi bir şey. Babamın, içinde her şeyin satıldığı girintili çıkıntılı, koskocaman bir dükkânı vardı. Küçücük dükkânını işlerini ilerlettikçe büyütmüş, bir yandaki, bir yandaki, bir yandaki daha derken sekiz dükkânı birden birbirine bağlamıştı. Ortaya iki caddeden üç girişi olan pasaj gibi devasa, garip koridorları ile üç katlı mütevazı bir alışveriş merkezi çıkmıştı. Haftasonu veya yaz tatili olsun da annem beni babamın dükkânına götürsün diye can atardım. Dükkâna girdiğim anda ortadan kaybolur, dükkânda çalışan tezgâhtarlar, büyük ablalarım bir süre sonra topluca beni aramaya çıkarlardı. O kadar büyülü bir yerdi ki, sadece o dükkân üzerine bir roman yazacak kadar malzeme var aklımda.

Tamam çocuktum ve bana her şey olduğundan fazla büyük, esrarlı geliyordu ama, bu, Türkiye’de o zamanlar bu esrarı aratmayacak insanların ve olayların yaşadığı gerçeğini de değiştirmezdi. Yıllar sonra, o günleri hatırlayan yakınlarıma “Biz gerçekten şöyle bir olay yaşadık değil mi”, “Şu isimde biri gerçekten vardı değil mi” diye sormuşluğum çok olmuştur.

Romanlarımda bana neyin gerçek ve neyin kurgu olduğunu sorduklarında prensip olarak cevap vermem, ama verecek olsaydım da veremezdim. Gerçek ile hayal o kadar iç içe geçmişti ki benim çocukluğum ve gençliğimde. Gerçek nedir ki zaten? Ben her şeye rağmen, büyülü bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorum veya tersi; gerçeğin kendisi zaten o kadar büyülü ki?

O dev adamı hiç unutamam mesela. Birden ortaya çıkmış ve sürekli babamın dükkânına gelir olmuştu. Babamdan yaşlıydı ama onun çok eski arkadaşıydı. Kimse nedenini bilememiş, ama o uzun zaman önce ortadan kaybolmuştu. Babamla aynı ismi taşıyordu. Çok hasta ve yaşlı bir hâlde ortaya çıkmıştı. Babam ona sahip çıkmaya çalışıyordu, şimdi hatırlıyorum. Adamın elinden birçok iş geliyordu ama, asıl yapmaya çalıştığı şey altın üretmekti.

Evet, o bir simyacıydı...

Muhtemelen birçoğunuz gibi, insanlar onun bir deli olduğunu düşünüyordu. Çünkü bir dolandırıcı olamayacak kadar kendi âleminde ve talepsizdi. Bunu insanların babamdan korktukları için fazla abartamadıklarını ince alaylı yaklaşımlarından anlıyordum. Uzun süre altın üretebilmek için bir atölye kurmaya çalıştı. Dükkâna bir sürü insan geliyor gidiyor, görüşmeler yapıyor, bazen de birkaç günlüğüne ortadan kayboluyordu.

Derken güvenebileceği birkaç ortak bulduğunu müjdeyle söyledi babama. Babam tüm saygısı ile mesafeli durmuştu bu olaya. Babamın hayallerle hiç işi olmazdı. Hayatın bileğini bükmüş, kendi imparatorluğunu kurmuştu. Ama “Ahparik” dediği bu geçmiş zaman dostunu kırmak istemiyor, zarar görmesini engellemeye çalışıyordu.

Sonra geniş bir atölye tutuldu. Ortakları üç kişiydi diye hatırlıyorum. İkisi gençtendi. Bir tanesi onlardan yaşça daha büyük ve belalı bir tipe benziyordu. Atölyeleri bizim dükkânın yedi sekiz sokak ötesinde Romanların mahallesinin ortasındaydı. Ara ara dükkândan kaçıp onun atölyesinin karşı köşesinde mevzilenir, uzaktan, sihirli mekânın camları gri boyayla karartılmış cephesini izlerdim. İçeride neler olduğunu öğrenmek için her şeyi göze alabilirdim. Babamın adaşı, atölye açıldığından beri çok nadir bizim dükkâna uğruyordu artık. Sanki aramıza mesafe girmiş gibiydi. Bu ona duyduğum hayranlığı daha da arttırıyordu. Ama yine de böyle olmamasını tercih ederdim. Onun yüzüne bakıp “gerçekleşip, gerçekleşmediğini” anlamaya çalışıyordum. Hastalığı kötülemişti. Babamın ona ayarladığı yeri terk etmiş, artık atölyede kalır olmuştu. Hırıltısı artmıştı konuşurken.

Sonra, bir gün geldiği gibi kayboldu ortadan.

Ya “gerçekleşmişti” ya da kötü bir şey olmuştu. Neden bilmiyorum, adamın gittiğini hissetmiş ama bunu babama sormamıştım. Sormak gelmemişti içimden. O adamı çok sevmiştim. Belki kötü bir şey söyleyecek olmasından korktum. “Gittiğini” hissettiğim gün koşarak atölyenin bulunduğu sokağa bir nefeste vardığımı hatırlıyorum. Önce her zamanki yerime mevzilendim. Atölyeyi gözlemeye başladım. Sonra vitrinin camlarının söküldüğünü fark ettim. Yine bir koşu atölyenin önüne vardığımda, içerisinin boş olduğunu gördüm. Hayal ettiğimden daha küçük olsa da, oldukça büyük bir dükkândı. Ayağımı kaldırıp camı sökülmüş doğramadan içeri adım attım. Dükkân çok hızlı terk edilmişe benziyordu. Niye böyle düşündüm hatırlamıyorum. Ama iki büyük metal banyosu hâlâ orada duruyordu. Bir tezgâh sökülmemiş, yerinde bırakılmıştı. L şeklindeki atölyenin o kısmına çekilmiş ağır alpakadan perdeyi kaldırdığımda tüm acarlığıma rağmen ürperdiğimi bugün gibi hatırlarım. Gözlerim loş ışığa alışınca, köşede kirli bir döşek gördüm. Siyaha çalmış kaba ketenden bir çarşaf ve yine siyahlamış bir yastık. Çok büyülüydü. Yatağın başucuna yanaşık duran üçayak taburenin üstünde kalınca bir kitap vardı. Yaklaştım. Kitabı elime aldım. Eskimiş, Ermenice bir Asdvadzaşunç’tu bu. Tam çevirisi “Allah’ın Soluğu”, yani Kutsal Kitap.

Bu onun olmalıydı. O gitmişti. Sanırım gerçekleşmişti. Gerçekleşen neydi bilmiyordum, ama önemli bir şey olmuştu. Hissettim. O zaman onun altın üretebileceğine inanmıştım. Şimdi ise, buna inanan bir adamın ne kadar özel bir insan olduğuna inanıyorum.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar