Markar ESAYAN

1990’larda kaçan fırsat...
2.02.2017
784

 Gerçekten de bir dönem, Batı’da, sadece ABD’de değil, Avrupa ve Avustralya gibi kıtalarda da, sömürgeci geçmişi sorgulayan bir eğilim baş göstermişti. Çünkü, Batı belki 1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa kıtasını içeren bir yüzleşmeyi, o da sadece limitler dahilinde yapmaya çalışmıştı. O limit, utanca batmış Avrupa kıtasının belirli bir yüzleşme sınırından sonra “unutmayı” toplumlara öğütlüyordu. Bunun nedeni, Avrupa kıtasının bir an önce kalkındırılması gereğiydi. Ancak, başta ABD ve İngiltere, komşularına paylaştırarak yok etmeyi planlandılarsa da, Almanya’yı denklemden çektiklerinde, Avrupa’nın özellikle ekonomik olarak ayağa kaldırılamayacağı görülmüştü.

Bunun üzerine “Alman intikamcılığının” bir daha geri dönmemesi adına, tüm Avrupa’yı ekonomik bir ağa dönüştürerek karşılıklı bağımlılık yaratacak olan Avrupa Ekonomik Topluluğu, yani Avrupa Birliği’nin temelinin atılmasında karar kılındı.

Böylelikle bölünen Almanya, Almanya Federe Devleti olarak Batı kulübüne eklemlendi. Ancak yeni Almanya’nın ayağa kaldırılmasında gerekli olan yönetici kadrolarının bulunması, eğer Naziliğe bulaşmak bir ölçüt ise, neredeyse mümkün görünmüyordu. Bu durumda, “unutmak” sadece bir psikolojik süreç değil, aynı zamanda teknik bir mesele olarak da çözüm için uygun bulundu.

SSCB’nin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılması ile yeni bir tür yüzleşme arayışları başlamıştı. Afrika, Ortadoğu, Güney Amerika ve Asya ülkelerinin kolonyal geçmişinin yarattığı birçok acı, adaletsizlik ve güçsüzlük, dünya için ciddi bir sorundu. Bu ülkelerin bırakın buralarda darbe yapmayı, Batı’nın yardımı olmadan ayağa kaldırılması mümkün değildi.

Yani Batılı güçlü devletler hem ikinci ve üçüncü dünya ülkelerini rahat bırakmalı, hem de bir borç olarak bu ülkelerin her açıdan ayağa kaldırılmasında bilgi ve maddi destek sağlamalıydı. SSCB’nin yıkılmasıyla oluşan kararsız dönemde böyle bir olasılık belirmiş, birtakım aydınlar daha farklı bir dünya için şans doğduğunu düşünmüşlerdi. Artık amansız bir nükleer savaş tehdidi ve hegemonyal rekabet yoktu.

Süper güçler, 1990’lara kadar, komünizm veya emperyalizm tehdidi adına hegemon tavırlarını gerekçelendiriyordu. Artık böyle bir tehdit olmadığında göre, farklı bir dünya düzeni adına ümitlenmek mümkündü. Ancak bu safça bir beklentiydi çünkü öne sürülen gerekçeler doğru değildi. En azından bu gerekçelerle dünya kaynakları üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen devletler açısından durum farklıydı.

Böylelikle, aslında 1990’larda dünya için yüzünü göstermiş olan fırsat kaçmış oldu. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla boşalan “Öteki” boşluğuna önce sözde “radikal İslam”, sonra da ılımlı İslam projesinin de çökmesiyle, İslam’ın kendisi oturtuldu.

Batı’ya kolonilerden göç etmiş ve etmekte olan göçmen ve mültecilerin varlığı, Batı kamuoyunun bu simülasyonu fark etmesini önledi. Aynı zamanda Batı’da orta sınıflar fakirleşmeye, dar gelirli kesimlerin durumu daha da kötüleşmeye başladı. Ve herkes bilir ki, ekonomik ve siyasal fakirlik baş gösterdiğinde, en kolayı burada oluşan öfkeyi “öteki”ne havale etmektir.

İşte tam bu noktada Türkiye, Batı’nın gündemine oturdu. Bu asla tesadüf değildi. Sürecin geldiği yer ile ilgiliydi.

Bunu da daha sonraki yazıya bırakalım…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar