Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
AK Parti ve PP’nin kara haftası
24.12.2013
2441

aaaerajoyrub

 El País gazetesinin “Politika” bölümünün cumartesi günkü manşeti “PP’nin kara haftası” başlığını taşıyordu. Bu başlık altında İspanya iktidar partisine, mensupları ya da yakınlarına yönelik yolsuzluk davalarında son bir hafta içindeki gelişmeler özetleniyordu. Bu davalardan ikisi daha önce Türkiye’de bazı gazetelerde yer bulabilmişti: Bárcenas ve “Gürtel” davaları. Haberde ayrıca Madrid Özerk Yönetimi Başkanı Ignacio González’in eşi Lourdes Cavero’nun kara para aklama ve eski Başbakan José María Aznar’ın oğlunun da “nüfuz ticareti” yapmakla suçlandığı davalardaki son gelişmelere ve PP merkezinde önceki gün yetkili yargıcın emriyle yapılan aramaya yer veriliyordu.

Bu konu üzerinde durmamın nedeni, Cemaat’e yakın gazetelerde PP merkezinde yapılan aramanın “İspanya’da iktidar partisine yolsuzluk operasyonu” gibi oldukça abartılı bir başlık altında verilmesi. Bir kere, özel yetkili mahkeme Audiencia Nacional’de görülen “Bárcenas” davası bağlamında yetkili yargıç Pablo Ruz’un emriyle yapılan aramayı “polis operasyonu” olarak ve “baskın” sözcüğüyle takdim etmekte bir art niyet seziliyor: 17 Aralık operasyonunun benzerlerine gelişmiş demokratik ülkelerde de rastlanıldığı algısı yaratmak. Nitekim ertesi gün İspanyol muhalefetinin PP’ye yönelik eleştirileri, bu arada ana muhalefet lideri Alfred Perez Rubalcaba’nın hükümetin istifasına yönelik talebi aktarılarak bu algının daha da güçlendirilmek istendiği izlenimi ediniliyor.   

Kabul etmek gerekir ki bu etik bir yaklaşım değil, her ne kadar iki ülkenin iktidar partileri mensupları ve yakınlarına yönelik iddialarda bazı benzerlikler olsa da. Çünkü PP’ye yönelik yolsuzluk iddialarının kamuoyumuza bu tür haberlerle takdimi, İspanya ve Türkiye’nin başta demokrasi düzeyleri olmak üzere mevcut farklılıklarını göz ardı ediyor. Oysa bu farklılıklar Türkiye’deki son operasyonla ilgili sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için önem taşıyor. Bu söylediklerimi biraz daha somutlaştırmakta yarar var kuşkusuz.

İki ülke siyaset arenasındaki ve yolsuzluk iddialarındaki benzerlikler

İspanya ve Türkiye’de iktidar partileri yasama organında tek başlarına salt çoğunluğa sahip bulunuyor. Gerek AK Parti, gerek PP kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan partiler. PP adı üzerinde olduğu gibi Avrupa Parlamentosu’nda Hıristiyan-demokrat (PPE) grubu mensup bir parti. “Açılımcı Frankist” olarak bilinen Manuel Fraga İribarne’nin kurduğu Halkçı İttifak AP’nin (Alianza Popular) devamı niteliğindeki PP,  ilk Genel Başkanı José María Aznar’ın merkeze açılım politikası sayesinde ilk defa 1996’da iktidar oldu. Parti seçmeni içinde liberal ve konformist merkez sağın yanı sıra, azınlıkta kalmakla birlikte, hem aşırı milliyetçi, hem de aşırı Katolik eski Frankistler de var. Bu açıdan bakıldığında AK Parti ile bazı benzerlikleri olduğunu söylemek mümkün.

Kasım 2011’de yapılan erken seçimlerde yüzde 44 oyla iktidara gelen PP kucağında bulduğu ekonomik krizin üstesinden gelebilmek için aldığı kemer sıkma önlemleriyle hükümet olduğu tarihten beri sürekli kamuoyu desteğini kaybediyor. Buna karşın anketlerde yüzde 30 oyla yine birinci parti görünüyor. Ana muhalefetteki Sosyalist İşçi Partisi PSOE, ekonomik kriz nedeniyle kaybettiği seçimlerden bu yana toparlanabilmiş ve anketlerde iktidar alternatifi olacak oya ulaşabilmiş değil. Bu açıdan değerlendirildiğinde, siyasi durumun ekonomik kriz yaşamamış olan Türkiye’deki ile birebir örtüşmediği, iktidar partisinin burada daha büyük bir siyasi desteğe sahip olduğu görülmekle birlikte, gerek Rajoy, gerek Erdoğan hükümetlerini 2015 genel seçimlerine kadar gensoru ile düşürmek mümkün görünmüyor.

Yolsuzluk davalarına gelince, Bárcenas davasıyla ilgili olarak, PP’nin Sayıştay’a bildirdiği resmi hesapları dışında yasa dışı bir B kasası olduğu, bazı harcamaların buradan yapıldığı, hatta partinin üst yönetiminde görev alan kişilere zarflar içinde para dağıtıldığı iddiaları var. Bu iddialar aslında partinin eski hesap sorumlusu Luis Bárcenas adına İsviçre bankalarında kayıtlı olan hesapların ve bu hesaplardaki para hareketlerinin ortaya çıkmasından sonra ortaya atılmıştı. Bárcenas tutuklu yargılanıyor ve kendisinin arkasında durmadıklarını düşündüğü parti yöneticilerini verdiği ifadelerle zor duruma düşürüyor. Başta Genel Başkan ve Başbakan Mariano Rajoy olmak üzere, parti yöneticileri ise bu iddiaları reddediyor.

Geçen hafta bu davayla ilgili olarak PP’nin Madrid’deki Genel Merkezi binasında onarım çalışmalarını yürütmüş olan mimar Gonzalo Urquijo ifadeye çağrılmıştı. Yargıç Pablo Ruz kendisine bu çalışmalar karşılığında açıktan (faturasız) para alıp almadığını sormuş, o da bu tür kayıtsız bir ödeme almadığını söylemişti. Yargıç Ruz hemen akabinde bir arama emri çıkartarak, PP Genel Merkezi binasında söz konusu onarımla ilgili belge aratmıştı.    

Ünlü yargıç Baltasar Garzón’un 2009 yılında başlattığı ve üç yıl sonra savunma hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle Yüksek Mahkeme tarafından 11 yıl meslekten men edilmesine yol açan Gürtel davası ise Francisco Correa isimli iş adamının kurduğu yolsuzluk şebekesiyle ilgili. PP’li bazı yerel siyasetçilerin görev yaptığı belediyelerle iş tutarak kamu şirketlerinin fonlarından beslenen Correa’nın, karşılığında rüşvet ödemekle kalmayıp şirketleri aracılığıyla PP’nin birtakım masraflarını da üstlendiği iddiaları var.

PP ve mensuplarının yakınlarıyla ilgili başta bu ikisi olmak üzere açılan davalarla 17 Aralık operasyonu arasındaki benzerlik, Türkiye’de iddianame hakkında bilgi sahibi olmadığımız bu aşamada her iki partinin de iktidarda olması ve yolsuzluk iddialarına maruz kalmasıyla sınırlı. Şimdi sormamız gereken soru şu: İktidar partilerine yönelik yolsuzluk soruşturmaları yapılabilmesi, hatta dava açılabilmesi belirli bir demokrasi düzeyine ulaşıldığının göstergesi olabilir kuşkusuz ama bu tek başına Türkiye’nin İspanya gibi gelişmiş bir demokrasi olduğunu gösterir mi?

Türkiye’nin İspanya’dan temel farklılığı: Demokrasi açığı

Bu sorunun yanıtı olumsuz, çünkü Türkiye en başta İspanya gibi demokratik bir anayasaya sahip değil. TBMM iki yılı aşkın bir süredir sivil bir demokratik anayasa yapamadı. Siyasi partiler evrensel demokrasi ilkeleri etrafında bir araya gelemediler; hem de halktan bu yönde bir vekâlet aldıkları halde.  Ama siyasi partiler yeni anayasa konusunda sınıfta kaldıkları ve Türkiye demokratik bir anayasaya sahip olmamaya devam ettiği için yargı yolsuzluk iddialarının üzerine gitmemeli mi?

Tabii ki gitmeli. Yeni anayasadan yana olan her demokratın da, yolsuzluk iddialarında sonuna kadar gidilmesine desteği tamdır. Çünkü “şeffaflık”, “hesap verilebilirlik” savunduğu ilkeler arasında önemli yer tutar. Ama aynı şekilde yolsuzluk iddialarını soruşturulmasından yana olan herkesin de demokratik anayasa hedefini gönülden desteklemesi gerekir. Türkiye’de yeni anayasa hedefini desteklemek demek ayrıca Kürt sorununun çözümüne, dolayısıyla çözüm sürecine destek vermek anlamına gelir.Özellikle yolsuzluk iddialarında Türkiye ile İspanya arasında benzerlik kuranların İspanya’nın 1978 anayasasının ve ETA’ya silah bıraktırma sürecinin de altını çizmesi gerekmez mi?

İspanya, Franco diktatörlüğünden çıkarken, diktatörlük içinden gelenler ve diktatörlüğe karşı olanlarla birlikte, örnek bir demokratik anayasayı referandum süreci dâhil 17 ay içinde yapabilmiş bir ülke. Bu anayasa ile çevresel milliyetler sorununu ana dilde eğitim dâhil tüm bireysel hakları tanıyarak büyük ölçüde çözebilmiş bir ülke. Hem de bunu Bask Ülkesi’nin bağımsızlığını silahla dayatmaya çalışan ETA’nın artan terör eylemlerine ve bu eşsiz demokratikleşmeye baş kaldıran ve darbe girişiminde bulunan orduya karşın yapabilmiş bir ülke.

İspanya aynı zamanda iktidarı ve muhalefetiyle ETA ile masaya oturabilmiş, çözümü bulamayınca “silah bırakma karşılığında siyaset hakkı” tanıyan bir paktla örgütü silah bırakmaya zorlamış ve bunu uzun yıllar sonra da olsa başarabilmiş bir ülke. İktidardaPSOE ya da PP olsun bu stratejinin ana hatlarından ödün vermemiş bir ülke.

Bütün bunları anımsatmamın nedeni, Türkiye’de “siyaset mühendisliği” yapıldığı yönündeki iddialar. Aslında yolsuzluk soruşturmaları olsun, olmasın,  çözüm süreci tamamlanmadığı ve yeni anayasa yapılmadığı sürece bu iddiaların her zaman inandırıcı bir zemini olacak. Çünkü Meclis’te temsil edilen iki muhalefet partisi, İspanya’da bundan 35 yıl öncekinden çok farklı olarak, yeni anayasada yer alması gereken evrensel demokrasi ilkelerini benimsemediği gibi, çözüm sürecine de karşı çıkıyor. Hal böyle olunca AK Parti yıpratılmak suretiyle bu iki temel konunun gündemden düşürülmek istendiği sonucuna varmak zor değil.

AK Parti ve Başbakan Erdoğan, yargı dâhil devletin içinde kendilerine karşı bir çeteleşme olduğunu öne sürüyor. Siyasete bürokratik müdahalelerin bazı örneklerini yakın geçmişte yaşadığımız için bu iddiaların da araştırılmasında yarar var elbette.

Demokratlar için Türkiye’de hangi partinin iktidarda olacağından çok Türkiye’yi demokratik bir hukuk devletine dönüştürecek yeni bir anayasanın yapılması ve yanı sıra Kürt sorununun şiddet boyutu dâhil bir çözüme ulaştırılması önemli. Bu tür çeteleşmeler varsa eğer, korkarım ki AK Parti ya da Erdoğan’ı iktidardan etmekten çok başından beri altını çizdiğim gibi Türkiye’nin bu iki yaşamsal sürecini engellemeyi hedef alıyordur.

Yolsuzlukların soruşturulmasına, üzerine gidilmesine elbette “evet” ama siyaset arenasında bugünkü yani değişim geçirmemekte direnen CHP’nin ve  -aynı zamanda MHP’nin- elini güçlendirmeye yönelik her türlü siyaset mühendisliğine ise “hayır” demek gerekir.  Zaten Türkiye değişmedikçe, demokratik bir hukuk devletine dönüşmedikçe, yolsuzlukların önünü almak da hiçbir zaman mümkün olamayacak ne yazık ki.

http://serbestiyet.com/ak-parti-ve-ppnin-kara-haftasi/

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar