Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Devlet ve bürokratik elitler
29.11.2011
3255

Devlet üzerine düşünmeye başlayınca, insanın aklına ister istemez Büyük Louis veya Güneş Kral olarak bilinen Fransa’nın en uzun süre tahtta kalmış Kralı XIV. Louis’in şu sözü geliyor: “L’Etat c’est moi” yani “Devlet benim”. Aslında Kral’ın söylediği kesin olmayan bu sözden kendini devletle özdeşleştirdiği sonucunu çıkarmamak gerekir. Zira XIV. Louis, daha beş yaşındayken Başbakan atanmış olan Kardinal Jules Mazarin’i dinleyerek İspanya ile savaşa devam kararı aldığı ve kaynak sağlamak amacıyla ilave vergi saldığı için görevi Kral’ın kararlarını onamaktan ibaret olan parlamentodan vergilerin “devletin çıkarlarına” aykırı olduğu itirazı gelmiştir. Rivayet olunur ki Kral 13 Nisan 1655 günü parlamentoya giderek, çıkarlarından söz edilen devlet adına konuşacak en yetkili kişinin kendisi olduğu mesajını vermek için bu sözü söylemiştir.

Fransa’nın mutlakıyetle (absolutisme) özdeşleşen ve “Ancien Régime” (Eski düzen) olarak adlandırılan 1515-1789 döneminde dahi Fransızcada hep büyük harfle başlayan Devletin başındaki Kral’ı etkilemek bir yana, kararlarına “devlet adına” itiraz eden kişi ve kurumlar olmuştur. Aristokrat, burjuva ve derebeylerin ayrıcalıklarını gözeten ve eşitsizliğe dayalı bir sosyoekonomik sistemi temel alan bu rejim tek kişinin iktidarına dayanan bir otokrasiden çok, geleneksel feodal kurumlarıyla Bourbonlar’ın oluşturduğu bürokratik bir monarşidir aslında. Bu rejimde, diplomalarıyla sivrilen ve güçlerini aldıkları unvanlarla pekiştiren asker, sivil bürokratlardan (mandarins) oluşan resmî bir elit sınıfı (mandarinat) vardır. Varlılığını devlete borçlu olan bu sınıf kendini bir yerde devletin de sahibi hissetmektedir.

Aslında bürokratik elitlerin kendini devletin sahibi yerine koyduğu rejim sadece monarşi değildir kuşkusuz. Tek partili, kabul edilmesi zorunlu (karşı çıkanların düşman sayıldığı) tek bir ideolojiye dayanan tüm totaliter rejimlerin devletle bütünleşen bürokratik elitlerinde benzeri bir sahiplenme vardır. İki savaş arası Avrupa’sında bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Avusturyalı tarihçi filozof Ludwig von Mises, “Bureaucracy” (1944) başlıklı eserinde, XIV. Louis’nin “Devlet benim” sözündeki içtenliğinin, devletçi elitlerin “ben devletin hizmetkârıyım” derken çizdiği alçak gönüllü profilde bulunmadığına işaret ediyor. Diyor ki “Bourbonlar’a baş kaldırmak mümkündü; nitekim Fransızlar bunu yaptı. Ama modern devletçinin kafasındaki kutsal devlete ve onun mütevazı hizmetkârı bürokrata isyan etmek söz konusu bile değildir.”

Kabul etmek gerekir ki devlet içindeki yüksek görevlere atama yoluyla gelen bürokratik elitlerin siyasi ağırlığının törpülenmesi, insan hak ve özgürlüklerine dayalı bir hukuk düzeni içinde bireyleri devletin sahibi gören demokrasinin tüm kurallarıyla işlemesine bağlı. Ya da –cümleyi tersten okursak– temel hak ve özgürlüklere dayalı demokratik bir hukuk devletinin tüm kurallarıyla işlemesi için bürokratik elitlerin siyasi ağırlığının törpülenmesi şart. Aksi takdirde, kendini devletin sahibi yerine koyan atanmış elitlerin seçilmiş siyasetçilerle iktidarı adeta paylaştıkları ancak onlardan farklı olarak kimseye hesap da vermedikleri tuhaf bir rejim çıkar ortaya.

Tek partili bir dönemi geride bırakmış, son 50 yıl içinde de ikisi doğrudan darbe olmak üzere askerin önderliğinde siyasete modern, post-modern, hatta elektronik müdahaleleri yaşamış olan Türkiye, bürokratik elitlerinin siyasi ağırlığı bakımından incelenmeye değer ülkelerin başında geliyor kuşkusuz. Gücünü mevcut darbe anayasasının antidemokratik ve ideolojik hükümlerinden alan Türkiye’nin asker ağırlıklı bürokratik elitleri bugün sesini çıkarmıyor görünse de etkinliğini yitirmiş değil. Aksine kendi ayrıcalıklarına karşı gördüğü AB sürecine açıkça tavır koyduktan sonra içindeki reformcu unsurları, –elbette AK Partili bakanların imzalarıyla– tasfiye etmiş olduğu için bugün çok daha “ulusalcı” ve herhalde “AKP düşmanı” bir nitelik kazanmış durumda. O bakımdan hükümetin 2007 öncesinde oluşturulan o büyük bürokratik kuşatmadan tümüyle kurtulmuş olabileceğine pek ihtimal veremiyorum doğrusu.

Bir dönem azınlıktaki reformcu kanadına mensup bulunduğum bürokratik elitin kendini devletin sahibi yerine koyduğuna ve kendi bilgi ve görgüsüne sahip olmayan “şu taşralı siyasetçiyi” düşünce sistematiği içinde aşağıladığına tanık olmadığımı söyleyemem. Bir bakanın gecenin bir yarısında asansör sesinden rahatsız olduğu için oteldeki odası değiştirilsin diye “koskoca bir sefiri” birine telefon ettirip nasıl da uyandırabildiğini ayıplayanları duymuşluğum var mesela. O bakımdan askerî bürokrasinin en üst mertebesi olan Genelkurmay Başkanlığı’na ulaşan bir komutanın kalkıp kendisini “devlet adamı” ilan etmesini de pek yadırgamıyorum.

Bilgi ve görgü önemli değerler elbette ama daha kendi yaptığı atamalarda bu değerleri bin bir türlü kumpas için gözardı eden bürokratik elitlerin demokrasinin özünde seçilmişlik olduğu gerçeğini içine sindirememiş olması “hastalıklı” bir durumu yansıtıyor öncelikle. O bakımdan bunun –öyle bin yıl filan değil– artık böyle devam edemeyeceğini görerek yeni anayasanın önünü tıkayan senaryolar üretmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Ve tabii ustalık dönemine girdiğini ilân eden bir iktidar partisinin de artık sahneye konabilecek oyunlara gelmemesi...


[email protected]

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar