Bekir AĞIRDIR

Bekir AĞIRDIR
Bekir AĞIRDIR
Tüm Yazıları
AK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüşümün hikâyesi
11.11.2025
218
23 yılın özeti aslında tek bir cümlede saklı: AK Parti, bir kitle hareketi olarak doğdu, 2009 sonrası bir kimlik hareketine dönüştü, 2017’den itibaren ise en sonunda bir devlet partisine evrildi. Bu hikâye yalnızca AK Parti’nin hikayesi değil; devlet ile toplum arasındaki mesafenin, kamusal alanın nasıl daraldığının, siyasetin güvenlik diline nasıl sıkıştığının da hikayesi

Bu hafta AK Parti’nin iktidara gelişinin 23’üncü yıl dönümüydü. 2001’de, omurgasını siyasal İslam geleneğinden gelen kadroların oluşturduğu AK Parti o günün neredeyse tüm sağ siyasi hareketlerini kapsama alanına almıştı. 3 Kasım 2002’de girdiği ilk seçimde oyların yüzde 34.3’ünü aldı. Seçim barajının da ürettiği olağanüstü bir fırsatla parlamentoda üçte iki milletvekilliğini kazanarak tek başına iktidar oldu. Bugün ideolojik olarak da örgüt dokusu, toplumsal tabanı bakımından da bambaşka sulara yelken açmış olsa da AK Parti siyasi tarihimizde en uzun süre iktidarda kalan parti. 

AK Parti bugün yalnızca Erdoğan iktidarına ve son yılların iktidar politikalarına dair analizler, kavramsallaştırmalar, kategorileştirmelerle konuşuluyor. Öte yandan her canlı organizma gibi kendi yaşam süresi boyunca küresel ve ulusal, siyasal ve ekonomik dinamiklerle beraber değişti, dönüştü. 

1969’daki genel seçimlerden 12 Eylül darbesine kadar geçen 11 yılda 13 hükümet görev yapmış. Bu hükümetlerin ortalama ömrü 10.5 ay. Sonra 12 Eylül darbesi oldu. Darbe sonrası ilk genel seçimler 1983’te yapıldı. 1983’ten 2002’ye kadar geçen 19 yılda 14 ayrı hükümet ülkeyi yönetti ve ortalama hükümet süresi 16 ay 6 gün oldu.

Ortak bir siyasi ufku olmayan, siyaset marifetiyle yönetilebildiği tartışmalı olan, bir yandan sanayi toplumu olmaya çalışan, sözde Avrupa Birliği üyelik hedefiyle Batı ile eklemleneceği varsayılan bir ülke ortalama bir buçuk yıldan az ömürleri olan hükümetlerce yönetilmeye çalışıldı.

Toplum kentliliği de aşarak metropolleşmeye başlamıştı, teknolojik devrimin öncü ürünleriyle karşılaşmıştı. Ama baktığında siyaseten yönetilemeyen bir ülke gördü toplum. 1970’te 35 milyon nüfusunun yüzde 62’si kırlarda yaşayan Türkiye 2000’de yüzde 35’i kırlarda yaşayan 67 milyon nüfusa ulaşmıştı. 1970’te ortalama eğitim süresi 2.8 yıl iken 2000’de 5.9 yıla yükselmişti.

Yaşanan hızlı değişimin sonuçlarının bir bakıma kaotik görüntüsü belki de bundan. Kentlerin, mahallelerin, sokakların, binaların düzensiz, plansız, estetik ve uyumdan yoksun görüntüsü belki de bu ruh halinin dışa vurmuş hali. Siyasi ufku, rehberi olmayan, hukukun güncele uydurulmadığı, ortak toplumsal yaşamın tüm gelenek, anane, töre, normal, makullerinin hızlı değişim karşısında dağılmaya yüz tuttuğu bir süreçte, dağılanın değişenin yerine ne konulacağı konusunda siyasetsiz kalmış bir ülke ve toplum. 

Bu sürecin son 4 yılı ise daha da travmatik olaylara sahne oldu; 28 Şubat muhtırası, 99 Marmara depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizleri. Bu 4 yıl toplumun var olan tüm aktörlerle güven ilişkisini sorguladığı ve hatta kestiği bir duygusal travma ve kopuş yarattı. Bu yüzden 2002 seçimleri yeni bir umutla değil, eskiye duyulan öfkeyle kazanıldı.  

2002 seçimleri, Türkiye’nin siyasal hafızasına bir “tercih” değil, bir “tasfiye” olarak geçti. Seçmen, 1990’ların ekonomik çöküşünü, bitmeyen koalisyonlarını, yolsuzluklarını ve devlet elitlerinin çıkar savaşını sandıkta cezalandırdı. Meclis neredeyse tamamen yenilendi, yılların partileri dışarıda kaldı. AK Parti iktidara yükselirken büyük bir ideolojik dalganın değil, büyük bir boşluğun üzerine geldi. O günün AK Parti’si, muhafazakârların partisi olmaktan çok, değişim isteyenlerin partisiydi. Bugünden bakınca, o gün başlayan AK Parti hikâyesinin dört aşamada ilerlediğini görüyoruz. 

2002–2009: Toplumsal rıza dönemi

AK Parti’nin toplumsal tabanını inşa eden dönem buydu. Küresel finans imkanlarının güçlü olduğu, parlamentodaki sayısal çoğunluğuyla hızla kararlar alınabilen, ağır ekonomik krizlerin ardından oluşturulmuş programa sadık kalınan bir süreç sonunda ekonomi toparlandı, sağlık ve ulaşım hizmetleri yaygınlaştı, sosyal yardımlar kurumsallaştı. Devletle bağı zayıf olan kesimler ilk kez kamusal hizmete bu kadar yakınlaştı.

Bu evre, partinin doğrudan hayatı iyileştirdiği, seçmenle “memnuniyet” üzerinden bağ kurduğu, 2004’te Avrupa Birliği müzakere sürecinin başladığı yıllardı. Gündelik hayatın içindeki siyaset kimlikten değil, yaşam standardından akıyordu. AK Parti’nin kitle partisi özelliği tam da burada oluştu, farklı sosyoekonomik grupları aynı çatı altında bir araya getirebildi.

Öte yandan muhalefet, Çankaya vetoları, Cumhuriyet mitingleri, AK Parti’ye kapatma davası, 367 kararıyla Meclis’in cumhurbaşkanı seçme yetkisine müdahale ve elektronik muhtıra gibi süreçlerle kimlik siyasetine teslim olmuştu. 

AK Parti 2007 genel seçimlerinde yüzde 48 oya ulaştı, hemen ardından 2009 yerel seçimlerinde yüzde 39’a geriledi. 2008 küresel ekonomik krizinin etkisiyle seçmen desteğinin kimlikten çok ekonomiden kaynaklandığını fark etti. Bu, sonraki evrenin zeminini hazırladı. Politikalar, özellikle de sosyal politikalar seçmenini “AK Partilileştirme” hedefine göre kurgulanmaya, partizanlık normalleştirilmeye başlandı. 

2009–2013: Seçmeni AK Partilileştirme

Bu dönemde siyaset yön değiştirdi. Artık başarı üzerine inşa edilen rıza yeterli görülmüyordu. İktidar, seçmeni yalnızca memnun değil, bağlı tutmak istiyordu. Kutuplaşma tam burada devreye girdi. “Biz ve onlar” dili sertleşti. Medyanın bir kısmı mecburi, bir kısmı gönüllü eklemlendi, bürokraside partizanlık arttı, kültürel fay hatları bilinçli biçimde yükseltildi. Toplumun bir kesimi için AK Parti yalnızca iktidar değil, kimlik oldu. Oy veren seçmen, “AK Partili seçmen”e dönüştü. Bu, ilk büyük kırılmaydı. Çünkü o andan itibaren siyaset hizmetten değil, duygudan, sadakatten ve aidiyetten akmaya başladı.

Özellikle 2011 seçimleri öncesindeki iki ay içinde Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle önceki dönemde yapılan birçok reformist düzenleme geri alındı. Kamuoyu o gün çok üzerinde durmamış olsa da o kararnamelerle AK Parti artık 2002’deki muhafazakâr demokrat iddialarından vazgeçmenin zeminini kurgulamıştı. Parti içi ilişkilerde Erdoğan partisine tek başına tümüyle hâkim hale gelmişti. 2010 Anayasa değişikliği gerçekleşti ve yargı tümüyle siyasi tartışma ve gerilimin ana sahnesi oldu. O güne kadar ittifak içinde olunan Gülen Cemaati ile partinin arasında yargıya hakimiyet gerilimi açığa çıktı, çatışmaya dönüştü. Yargıda egemen olan Gülenciler, açılım süreci ve  dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef aldı ve 7 Şubat 2012’de MİT krizi olarak adlandırılan iktidar içi ilk açık çatışma yaşandı. 

Bu yıllarda seçmenin iktidarla kurduğu bağ, yaşam memnuniyetinden kimlik ve sadakat düzeyine kaydı.

2013–2017: Seçmeni Erdoğancılaştırma

2013 sonrası süreç, sadece siyasal krizlerin değil, büyük bir siyasal ve zihinsel dönüşümün de damgasını taşıyor. Önce Gezi Olayları AK Parti yönetim kadroları içinde büyük bir fikri kırılma yarattı. Gezi’yi bir demokratik tepki olarak okumak ve yönetmek yerine bir uluslararası komplo ve kalkışma olarak okumak ve kontrol etmek, baskılamak politikaları esas olurken kadrolarda ilk ciddi kopmalar başladı. Sonrasında tüm süreçlerde muhalefeti ve protesto hareketlerini denetlemek, baskı ve kontrol altında tutmak asıl politika haline dönüştü. 

Erdoğan, 10 Ağustos 2014’te, yapılan anayasa değişikliği doğrultusunda halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. AK Parti Genel Başkanlığı’na Erdoğan’ın oturttuğu Davutoğlu liderliğinde girilen 7 Haziran 2015 seçimlerinde yüzde 40.8 oy oranıyla birinci parti çıkmasına karşın, ilk kez parlamentoda tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamadı.

7 Haziran seçimleri sonrasındaki süreçte Kürt meselesine dönük “çözüm süreci” sonlandırıldı, PKK şiddete geri dönerken, IŞİD’in intihar saldırılarında sivil katliamlar yaşandı. Bu ortamda ülke 1 Kasım 2015’te bir kez daha genel seçimlere gitti. Güvenlik kaygılarının ve gündelik yaşamda endişenin baskın olduğu bir ruh haliyle seçmen devlete ve güvenliğe oy verdi. Bu kez AK Parti seçmeni değil, devlet ve güvenlik seçmeni oy kullandı. AK Parti yüzde 49.5 oyla yeniden tek başına iktidar oldu.

Bu süreçte MHP muhalif bloktan ayrılarak AK Parti’ye yaklaşırken, muhafazakâr ve milliyetçi bloklar hem siyasi hem de toplumsal zeminde yeni bir ittifaka doğru yelken açtı. 

17-25 Aralık operasyonları, 15 Temmuz FETÖ’cü darbe kalkışması ve yurttaşların tankların önüne çıkışı… Her biri, iktidarın, AK Parti’nin de Türkiye’nin de hikâyesini yeniden yazdı.

Bu dönemde bir şey daha oldu; AK Parti artık ikinci plana düştü, Erdoğan birinci plana çıktı. AK Partili olmak değil, Erdoğan’a bağlı olmak esas hale geldi. Parti kimliği silikleşti, lider kimliği kişiselleşti. Neoliberal kalkınma hikâyesi yerini “yerli ve milli” güvenlik söylemine bıraktı. Avrupa Birliği müzakere süreci rafa kaldırıldı, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı. Böylece yeni bir siyasal model doğdu, Erdoğan ile devletin kaderini özdeşleştiren siyasi söylem inşa edilmeye başlandı. 

2017 ve sonrası: Başkanlık sistemi ve devletleşme

2017 referandumu, bu hikayenin yapısal kırılmasıdır. MHP’nin sonsuz desteğiyle tek adam yönetimine kapı açan başkanlık modeline geçildi. Güçler ayrılığı zayıfladı, denge–denetleme mekanizmaları işlevsizleşti. Yargı, iktidar için bir tahakküm alanına dönüştü. Bir yandan yeni sisteme göre kurumsallaşma, diğer yandan FETÖ’cülerden arınma ve bu süreçlere MHP’nin, sivil ve askeri bürokrasinin sonsuz desteği, medyanın algıları yönetme gücüyle birleşince merkezileşme ve keyfileşme hızlandı.

Pandemi, Suriye’de, Ukrayna’da sıcak savaşlara dönüşmüş küresel siyasal gerilimler, küresel ölçekte yaşanan yeniden bölüşüm kavgaları ve küresel ara buzul dönemin tüm dinamikleri, sonuçta yeniden sahneye çıkan devletler... Tüm bu gelişmeler bu iktidarın muhafazakâr-milliyetçi karakterine meşruiyet üretti bir bakıma. Ahlakçı ve güvenlikçi bakış, toplum ve yurttaştan önce devletin bekasını önceleyen politikalar, askeri teknoloji ve sanayi üzerinden beslenen toplumsal gurur ve yerli-milli söyleminde ifadesini bulan devletçi bir pozisyon.

Devletin kendisini “iç ve dış tehditlere karşı” koruma refleksi, demokratik frenleri gereksiz görüyor artık. Halkın iradesi yerine, devletin bekası siyasal meşruiyet kaynağına dönüşüyor. Medya kontrol altında, yargı siyasallaşmış, muhalefet kriminalize edilmiş durumda.

Bugün AK Parti yalnızca bir parti değil. Devletin ideolojik, hukuki ve idari katmanlarına eklemlenmiş bir siyasal organizasyon. AK Parti devleti biçimlerken kendisi de devletleşti ya da devlet AK Parti’ye teslim olurken AK Parti’yi de devletleştirdi. 

Bugün geldiğimiz yer

23 yılın sonunda AK Parti artık kitle partisi değil, o dönem 2002–2009’da kaldı. Kimlik partisi de değil, 2010’lar bitti ve hatta tek başına lider partisi olarak tanımlamak da yeterli değil. AK Parti şu anda bir devlet partisi. Bu tespit bunca yorgunluk, krizler yumağı içinde olmasına rağmen hala araştırmalarda 2002 oy oranının altına düşmüyor olmasının bir nedeni olabilir. Seçmen, ekonomik memnuniyetle değil, kimlik ve güvenlikle karar veriyor. İktidar, rıza ile değil, sosyal politikalara bağımlılık ve kontrol mekanizmalarıyla işliyor.

23 yılın özeti aslında tek bir cümlede saklı belki de. AK Parti, bir kitle hareketi olarak doğdu, bir kimlik hareketine dönüştü, en sonunda bir devlet partisine evrildi.

Bu hikâye yalnızca AK Parti’nin hikâyesi değil, Türkiye’nin de hikâyesi. Devlet ile toplum arasındaki mesafenin, kamusal alanın nasıl daraldığının, siyasetin güvenlik diline nasıl sıkıştığının hikâyesi. Ve bu hikâyenin nasıl biteceği, partinin kaderinden çok, devlet ile toplum ilişkisinin nasıl şekilleneceğine bağlı.


Oksijen'den alınmıştır.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar