Leyla İPEKCİ

Balkanlar'ın 'yağmur öncesi' bulutları altında...
28.06.2014
1441

 Tasavvuf kültürümüzdeki 'bensiz bir ben' makamına ulaşılabildiği ölçüde 'biz'in kuşatıcı ruhunu diriltecek toplumsal yansımaları okumaya çalışıyorum bir süredir yazılarımda. Böyle bir 'biz' mayasıyla tevhid sosyolojisini oluşturmanın imkanları üzerine düşünmeğe çalışıyorum. Tevafuk üzere, tam da bugünlerde Balkan coğrafyasındayım. İlk gençlik yıllarımdan beri geldiğim...

80'li yılların komünizm döneminde karayoluyla geldiğim ve birer gün kalarak Batı'ya doğru devam ettiğim Sofya'yı, Belgrat'ı, Lublijana'yı hatırlıyorum. Sabah karanlığında toplu konutlarından çıkan insanların tıklım tıkış bekledikleri otobüs duraklarından geçerken insan yüzlerine bakakalmıştım. Ne kendi içleriyle ne dışarısıyla bağlantıları kalmıştı sanki. Birörnek ifadeleri belirsiz bir zaman diliminde donakalmış gibiydi.

Hava karardıktan az sonra tenhalarda bir yerlerde akmaya devam eden hayata karıştığımız bir akşam şehir merkezinde su almak için açık yer bulamamış, bol yıldızlı bir otel aramak durumunda kalmıştık. 90'larda Berlin duvarı yıkıldıktan sonra geldiğim Budapeşte, Prag, Bükreş gibi şehirlerde ise insanların yüzündeki anlam çeşitliliğini, halden hale geçişleri daha rahat izleyebilmiştim. Bükreş'te yolda yürürken etrafımdakilerin hemen hepsinin 'memleketlim' olduğu hissine kapılmıştım. Bizim gibi bakıyorlardı!

2000'lerde kapitalizmin altın yıllarındaki Selanik'te bir pazar günü kordon boyu fink atmaya çıkmış delikanlıların biraz yeniyetme biraz özenti coşkusunun Anadolu'daki üniversite gençlerinin pazar buluşmalarındaki ruh halinden hiç farkı yoktu. Batı Avrupalılar gibi göz temasına hiç ihtiyaç duymaksızın geçip gitmiyorlardı. Yüz yüze gelmenin, kesişip ayrışmaların, umulmadık buluşmaların simyası vücut dillerinden kendini belli ediyordu.

Tıpkı Anadolu'yla birlikte Mezopotamya

ve Kafkas coğrafyasını da dahil ettiğim Ortadoğu şehirlerinde şahit olduğum bir 'biz ruhu'ydu bu aynı zamanda. Şam, Beyrut, Erbil, Kahire, İskenderiye, Amman, İsfahan, Tahran, Kudüs, hatta Yafa'da aldığım nefes! Ne din, ne millet ayrımı içeriyordu, ne de mezhep.

Erivan sokaklarında park etmeye çalışan bir minibüse oradan geçmekte olan bir şehir sakininin işi gücü bırakıp 'tam sol yap, çevir, az topla gel' diyerek park ettirmesini durup izlemiştim. Onunla aynı dili konuştuğumdan emindim. Doğuştan bildiğimiz, zımni bir ön kabul olarak kodladığımız, suyunda toprağında duyumsadığımız bir sırlı alan. Aura!

Yıllar sonra bunu Paris'te bir sanat eseri eleştirisi üzerinden anlatmaya kalkıştığım Fransız kanaat önderi bana alaylı gözlerle bakmıştı. 'Ne yani şimdi sizin aranızda bizim bilmediğimiz bir sır mı var' diye takılmış, kısa kesip dinlemeye değer bulmamıştı. Sustuğumuz dillerde konuşabiliyorduk oysa. Şimdi bu satırları yazarken henüz Üsküp'te, bu geniş ölçekli biz ruhunun anakarasındayım.

Bir hafta içinde Bosna Hersek, Karadağ, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya sınırlarında pasaport kontrol ve gümrük noktalarında durarak giriş çıkış yapıyoruz bir ülkeden diğerine. İç içe geçmiş ve bir o kadar da ayrı düşmüş halklar arasında... İçimizde tortularını bırakmış biz duygusu Balkanlar'da hep kaynağına akan sular gibi canlı. Tarihi köprüler ise hem kanlı bir belleğin çatıştıran yüzüne aşina hem de hüzün ve coşkuyla birleştiren yüzüne.

Burada bir kez daha hep 'tetikte' bekleyen o yağmur öncesi bulutlar gibi biz ruhunun bazen dağılıp bazen kümelenmesine tanık oluyorum. Mülayim, serinkanlı, uyumlu bir ortak yaşam dili tutturmuş halkların 'çoklukta birlik' temelli dinamikleri birleştirmek için değil, bölmek için kullanıldıkça... Komşunun komşuyla ilişkisi barışa uzanmak yerine hep ateşkes kıvamında tutuldukça... İçlerine kendilerini hapsettikleri sınırların göğünde hep karabulutlar bekliyor gibi.

90'lardaki savaştan sonra gelen bir nevi manevi kudret yerini yıllar içerisinde gevşekliğe, dağınıklığa, ilgisizliğe, hatta tahayyül eksikliğine bırakmış. Her şeyi 'yerli yerinde' algılayan bir gelecek muhayyilesi ancak bugünün diliyle oluşabilir. Tasavvufun diliyle söylersek dem sırrının ipuçlarını yakalamakla. Ama burada sanki eksik olan tam da 'bugün' zaten. Bu 'bugün' daha ziyade ekonomik açmazların, siyasi belirsizliklerin, ertelenmiş hayallerin bir terkibi.

İşte tam da bu niyetle yukarıda bahsettiğim 'geniş ölçekli biz'in ayak izlerine basarak epeydir toplumsal hayatımızdan eksilen 'bugün'ün dilini birlikte konuşabilmek için buradayız. Türkiye'nin kabaca bahsettiğim bu tablodaki konumu, algısı ve algılanışı üzerine gözlem yapma fırsatı da buldum. Salı günkü yazımda bahsettiğim 'yüz yıllık parantezi' kapatan simyanın buradaki yansımalarını izlemek bir seyahatle elbet mümkün değil ama ipuçlarını kayda geçirmenin tevhid sosyolojisinin dinamiklerini belirlemede anlamlı olacağına inanıyorum. İnşallah devam edeceğim.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar