Hasan ÖZTÜRK

Hasan ÖZTÜRK
Hasan ÖZTÜRK
Tüm Yazıları
MACUNCU
19.09.2011
3721

“Bugün köyde düğün var,”dedi Sedat.

         “Ne olmuş köyde düğün varsa?” diye sordu annesi. Yılda birkaç kez düğün olurdu bu küçücük köyde, onu da herkes bilirdi. Oğlunun bunu kendisine anımsatmasının bir nedeni olduğunu biliyordu annesi. Zaten bu konuyu oğluyla konuşmaya da kararlıydı kadın. Dilinin altındaki baklayı çıkarsın diye bir kez daha sordu: ”Sana ne elin düğününden?”

         “Yok yani, belki unutmuşsundur diye söyledim,” dedi ama bunu annesine niye söylediğini kendisi de bilmiyordu. Belki de dün gece köyde yapılacak o düğünü rüyasında gördüğü için söylemişti.

         Dokuz yaşına yeni girmişti Sedat. Kumral, güzel bir çocuktu. Kendisinden üç yaş küçük kardeşi bir yaşına gelmeden ölmüştü. O da oğlandı. Kardeşi öldükten sonra ailenin başka çocukları da olmamıştı. Baba dış hatlarda çalışan bir şilepte gemicilik yapıyordu. Altı ay, hatta bir yıl geçtiği olurdu babasını görmediği zamanlar. Yarı yetim sayardı onu annesi. Oğlunun bunu bir eksiklik olarak görmemesi için elinden geleni yapardı kadın.

         “Bazen babamın yüzünü anımsamıyorum,”demişti bir kez annesine Sedat. Kadın oğlundan gizli ağlamıştı bu sözünün üzerine. Kendisi iyi anımsıyordu yüzünü kocasının, sevdiği ilk adamdı o. Gelgelelim on yıldır öyle az birlikte olmuşlardı ki. Adam yıllık izinlerinin bile tamamını ailesinin yanında geçirmezdi. Karısı işinin gereği sanırdı bunu ilk başlarda. “Ne yapalım, karnımızı doyursun da öyle bir işte çalışsın,”derdi. Çok sonraları öğrendi yıllık izninin çoğunu, köye karısının ve çocuğunun yanına gelmeyip İstanbul meyhanelerinde geçirdiğini. Kocasını kızdıracağı korkusuyla bunu bile söyleyemedi kocasına kadın.

         Düğün var diye o gün diğer sabahlardan daha erken kalkmıştı Sedat. Çalgıdan, çengiden de pek anlamazdı aslında. İçinde tanımlayamadığı bir sevinç vardı. Düğünü anımsayıp tam sevinirken bir anda içini hüzün kapladığını duyumsuyor fakat niçin böyle olduğuna bir türlü akıl erdiremiyordu.

         İskeleye doğru yürüdü. Çalgılar gelinceye dek denizi izleyecekti. Lodos havlarda dalgaları izlemekten ve rüzgârın yüzünü ılık ılık okşamasından pek hoşlanırdı. Deniz kıyısına indiğinde iskelenin kazıklarının arasında sıkışıp parçalanmakta olan sandalın çaresizliğini bir süre izledi. Yoksul bir balıkçı olan sahibinin, parçalanmakta olan eski sandalına bakıp onunla dalga geçişine pek akıl erdirememişti çocuk. Aslında balıkçının yapacağı bir şey de yoktu bu durumda. Öylesine büyüktü ki dalgalar, oturup ağlamayı gururuna yediremediği için eski sandalıyla dalga geçerek avutuyordu kendisini.

         İskelenin başına doğru fazla ilerlemeden Sedat, kıyıya doğru koçbaşı gibi ilerleyip tos vuran dalgaları bir süre izledi iki arkadaşıyla. Bu arada kıyıya büyük bir gürültüyle vuran dalgalardan kaçarak kendilerine bir oyun da kurdular üç arkadaş. Oyunu çocuk kahkahalarıyla sürdürürlerken arkadaşlarından biri Sedat’a:

         “Bugün düğün var,”dedi.

         “Biliyorum,”diye yanıtladı onu Sedat.

         “Macuncu da gelir bugün,”deyince arkadaşı, Sedat’ın kafası dank etti. Aklı başına ancak gelmişti. Sabahtan beri içindeki hüzünlü sevincin ne olduğunu o anda anladı. Düğünlerde macuncu gelirdi, o da bunu biliyor ve seviniyordu. Ancak, o macunu çokça alacak parası genellikle olmadığı için de üzülürdü. Yine böyle olacaktı, biliyordu. Dün akşam rüyasında gördüğü düğünde de böyle olmuştu. Macuncu kendisine herkesten az vermişti macunu, aslın da o da arkadaşları gibi beş kuruş vermişti adama. Maçaların Memed’in düğününü anımsadı. Hiç öyle güzel düğün yaşamamıştı ömründe. Babası izinli gelmişti o düğünde. Düğün sahibiyle yakın akraba olduklarından düğünde bulunma gereğini duymuştu herhalde. Oğlunun macunu çok sevdiğini gören adam, çocuk ne zaman yanına gels onun eline para sıkıştırmıştı. O denli macun yemişti ki Sedat, o günü ağzına başka hiçbir şey koymadan geçirmişti.

         Bir arkadaşı annesinin kendisini çağırdığını söylediğinde koşarak eve gitti Sedat. Kadın yer sofrasını kurmuş oğlunu bekliyordu.

         “Kahvaltını yapmadan nerelerde geziyorsun, bir saattir seni bekliyorum?”

         “Denize bakmaya gittim.”

         “Yerinde duruyor mu bari deniz?”

         “Dalga geçme benimle, nereye gidecekti?”

         “Sen de denizci olmasan bari baban gibi?”

         “Yok, ben denizci olmam.”

         “Niye olmazsın?”

         “Çocuğumu köyde yalnız başına bırakıp gitmem.”

         “Aferin sana. Evin erkeği ailesinin başında olur, değil mi oğlum?”

         “Hem ailesinin başında olur hem de düğünlerde köyünde olur.”

         “Düğünlerde olmasa da olur be Sedat, diğer günler ailesinin başında olması yeter bence.”

         Keçi sürüsü olan amcasının verdiği keçi peynirini büyük bir istekle yiyen küçük oğluna bakıp gülümsedi kadın. Onun dilinin altındaki baklayı çıkarmasını bekliyordu. Nasıl beklemesin ki, her düğünde aynı olay yaşanıyordu bu küçük kerpiç evlerinde. Bir tür “macun savaşıydı” bu. Öylesine seviyordu ki çocuk macunu, kadın kıt bütçesiyle başa çıkamıyordu onun bu isteğiyle. Konuyu macuna getirip baştan azaltmak istiyordu bu savaşın şiddetini. Oğlunun üzülmesini istemiyordu annesi, o kendisinin bir tanesiydi. Tek sevinci, üzüntüsünün biricik avuntusuydu. Kendisine, kocası için, o adamdan hayır yok sana, genç ve güzelsin, başkasını bulup evlenirsin diyenleri hep çok sert biçimde terslemişti. Kimsenin oğlunu düşündüğü yoktu. O ne olacaktı, altı ayda bir de görse bir babası vardı.

         “Düğünlerde olmasa da olur diyorsun ama anne, çocuğu ne yapacak o zaman?”

         “Çocuğu ne mi yapacak?”

         “He, çocuğu ne yapacak?”

         “Çalgılar çaldığında oynayıp eğelenir çocuk, olmaz mı?”

         “Yalnız oyunla olsa, ohooo.”

         “Başka ne yapar ki çocuklar?”

         “Macun, pamuk helvacıyı boş versek bile, düğünlerde macun yemeden olur mu hiç?”

         “Macunu annesi alıverir nasıl olsa?”

         “Koca düğünde bir kerecik?”

         “Sen büyüyünce macuncu ol Sedat?”

         “Ben macun yapmasını değil yemesini seviyorum.”

         “Çok sevdiğini biliyorum ama, bu düğünde de macun için bir kez para verebilirim sana, ona göre. Ele güne karşı macuncunun çevresinde dolanıp yutkunma sakın. Artık büyüdün sen. Ne arsız çocuk derler.”

         “Ben arsız değilim, macuncunun çevresinde dolaşmam merak etme sen,”derken bunu nasıl yapacağını düşünmeden edemedi.

         “Aferin oğlum. Yoksulluk ayıp değil ama arsızlık çok ayıp. Adın arsıza çıkarsa hep öyle kalır.”

         “Maçaların Memed’in düğünü ne güzeldi,” derken ayırtında olmadan yutkundu Sedat.

         “Büyüyüp çok para kazanırsan tüm düğünler güzel olur, unutma sakın.”

         “Büyüyünce de macun yiyecek değiliz herhalde anne, o zaman rakı içeriz.”

         “Sen rakı içersin doğru, ama çocukların macun yer o zaman.”

         “İstedikleri kadar yesinler, tablasıyla alırım ben onlara macunu o zaman geldiğinde.”

         “Çok para kazan da tepsisiyle al oğlum. Ama bu düğünde paramızın olmadığını sakın unutma.”

         “Unutmam anne sen merak etme.”

         “Aferin benim oğluma.”

         “Hiç mi paramız yok anne, bir kezcik bile macun alacak kadar?”

         “Beş kuruşum olacaktı şurada,” deyip çarşafının eteğinden içeriye elini sokup pembe çiçekli basma entarisinin cebinden ortası delik iki tane yüz para çıkarıp kahvaltı ettikleri tepsinin üstüne koydu annesi.   

         Sedat beş kuruşunu alıp evden ayrılırken “Mihmi” dediği küçük köpek yavrusu bir süre arkasından onu izledi. Yavru çok küçük olduğu için korkup daha fazla ayrılamadı annesinin yavrularını doğurması için Sedat’ın yaptığı derme çatma kulübeden.

         Çalgıları getirecek olan motoru iskelenin yanında beklerken annesine verdiği sözü nasıl tutacağını şimdiden kara kara düşünmeye başlamıştı bile Sedat. Macuncu tablasında onu yanına çeken güçlü bir mıknatıs vardı sanki. Sedat’ı öylesine yaman çekerdi ki yanına, karşı koymak onun için olanaksızdı. Her düğünde bir kez macun alacak kadar para sıkıştırabilirdi oğlunun eline annesi. Sedat bir kez macun yemekle doymaz tablanın başında macuncu köyden ayrılana kadar dururdu. Bu boynu bükük bekleyişte yalnız olmadığı için çok dikkat çekmezdi. Köyün yoksul çocukları onu macun tablasının başında yalnız bırakmayıp kaderini paylaşırlardı. Annesi durumu bildiği için, çok umutlanmasa da sözün tutabileceğine, bu gün oğlundan söz almıştı.

         Deniz kıyısına indiğinde dalgalar biraz yavaşlamıştı. Denizi böyle görünce sevindi Sedat. Hava lodos olduğu için çalgıları ve düğüne gelen konukları alıp getirmesi için büyük bir tekne göndermişti düğün sahibi Gemlik’e. Öyle de olsa sabahki dalgalarda o büyük kayığın da iskeleye yanaşması zordu. Örneğin, deniz adamı olmayan macuncu iskeleye çıkarken denize düşebilir, ya da elindeki macun tepsisini düşürebilirdi. Sedat aklına gelen bu uğursuz düşünceyi kovmaya çalıştı. “Koskoca adam iskeleye çıkarken denize mi düşermiş,” diye mırıldandı kendi kendine.

         Kendisi gibi gelecek motoru bekleyen iki çocuk ağızlarıyla çiftetelli çalmaya çalışarak oyun provası yapıyorlardı. Çengiler ya da başkaları oynarlarken çocuklar da düğün meclisinin yakınlarında oynayıp eğlenirlerdi. Çocukların içinde en güzel oynayan Sedat’ın olduğu söylenirdi. Arkadaşları bunu bildiklerinden onu da oynaması için zorladılar. Sedat arkadaşlarının söylediklerini duymuyordu bile. Çocukların tüm dayatmalarına karşın onlara uyup oynamadı. O durmadan bir kezcik alacağı beş kuruşluk macunla koskoca düğünü nasıl geçireceğini düşünüyordu…

         Bir ara gözünün önüne babası geldi. Adam Sedat’a doğru gülerek geliyordu. Sedat şaşkın şaşkın babasına bakıp yüksek sesle mırıldandı:

         “Babam.”

         Kendi kendine söyleyip oynayan iki çocuk oyunlarını bırakıp İskeleye doğru elini uzatıp kendi kendine bağırarak “Babam,”diyen arkadaşlarına baktılar. Çocuklardan esmer olanı Sedat’ın yüzüne şaşkın şaşkın bakıp:

         “Ne babası?”dedi Sedat’a. Diğer çocuk işi dalgaya vurup:

         “İskele babalarını babası sandı.”

         “Babasının yüzünü unutunca benzetti herhalde,” deyip kahkahayı bastı esmer olan.

         Sedat çok utandı yaptığından. Düş gördüğünü anlamıştı.

         “Dalga geçmeyin lan,”deyip arkadaşlarından uzaklaştı.

         Bir süre sonra çalgıcıları ve diğer düğüncüleri getiren motor göründüğünde köyün hemen hemen tüm çocukları bağrışarak iskelede toplanmışlardı. Lodos şiddetini yitirmek üzereydi. Hafiften başlayan yağmur giderek çoğalıyordu. Motor iskeleye yaklaştığında ilkin darbukanın, sonra da klarnetin sesi duyuldu. Kaptan kayığın muşambasıyla yaptığı büyükçe bir çadırla konuklarını yağmurdan koruduğu için gelenler ıslanmıyordu.

         Motor iskeleye yanaştığında Sedat’ın gözü ilkin macuncuyu aradı. Baştan hatırlı konuklar, sonra çalgıcılar çıktı İskeleye. Çalgıcıların yanındaki saçlarını açık renge boyamış esmer çengi çıkarken, elinden tutup ona yardım eden kaptana epeyce cilve yaptı. Motor boşalmak üzereydi ve iskeleye çıkanların arasında macuncu halen yoktu. Sedat’ın ağlanacak durumunu gören pek yoktu. Şansım olsaydı babam yanımda olurdu diye düşündü.  Çocuk tüm düş kırıklığıyla motordan çıkan son birkaç kişiye bakıyordu ki eskiden de tanıdığı, esmer, uzun boylu macuncu Emin kayığın sereninin arkasından başının üstünde macuncu tablasıyla göründü. Yaşı altmışı çoktan geçmesine karşın macuncu Emin dinç görünüyordu. Biraz önce yaşlı macuncu inşallah ölmemiştir diye içinden dua eden Sedat adamın ağlıklı haline bakıp, bu adam daha çok gelir düğünlerde macun satmaya deyip sevindi. Macuncuyu bekleyen yalnız Sedat değildi. Başının üstünde tablasıyla Emin’i gören birkaç çocuk koro halinde bağırdılar.

         “Macuncu geldi.”

         Yağmurda ıslanmamak için iskeleye çıkanlar, kadınların dışında, koşarak kahvehaneye girdiler. Saçları ve üstü başı epeyce ıslanmış olan Sedat da kahveye doğru yürüdü. Çocukların hepsi kahvenin penceresinin önünde toplandılar. İçeriye girmeye çekiniyorlardı. İçlerinden biri:

         Çalgıcılar çalmaya başlayınca gireriz içeriye,” dedi. Bir diğeri cebindeki yirmi beş kuruşu çıkarıp,”bunun hepsiyle macun alacağım,”dedi. Sedat ürkerek cebindeki ortası delik iki tane yüz parayı yokladı. Bir an düşmüş olabileceğini düşündüğünde yüreği burkulmuştu..

         Çalgılar kahvehanede çaylarını içtikten sonra bir fasıl havasına başladılar. Hiç fena çalmıyorlardı aslında. Düğün sahibi iddialıydı, Bursa’nın en iyilerini getirmişti oğlunun düğününe. Çalgıcıların arasında bulunan Reşat bölgenin en ünlü klarnetçisiydi. Fasıldan sonra oynamaya kalkan çenginin de işini iyi bildiği anlaşılıyordu. Sedat bir süre oynayan Roman kızına baktıysa da aklında başka bir şey olduğu için buna tam veremedi kendisini. Çalgılar çalmaya başlayınca gireriz içeriye diyen arkadaşına baktı, daha sonra cebinde yirmi beşlik olan çocuğu inceledi göz ucuyla, ikisi de oynayan çenginin kıvrak dansına dalmışlardı. İlkin kendisi girmek istemiyordu kahvehaneye, belki bir şey derler diye çekiniyordu. Yarım babasızlık onu çekingen yapmıştı. Birkaç çocuk açılan kapıdan içeriye süzülünce Sedat da girdi içeriye. Macuncu tablanın ucunda bir halka olan konik kapağını açmamıştı daha. Önünde boş bir çay bardağı ve elinde ucunda ucuz bir sigara takılı yasemin ağızlık vardı. Çocukları görünce ayağa kalktı ve macun tablasının kapağını açtı. Sedat’ın bulunduğu yerden görünebiliyordu tablanın içi. Sarı, kırmızı, beyaz, yeşil, pembe ve kavuniçi olmak üzere altı renk macun vardı bölümlerde. Diğer çocuklar da içeriye kendilerinden önce girenlerin ardından çekingenliklerini atıp sıyrılmışlardı kapıdan içeriye. Yavaş yavaş hepsi macuncunun çevresinde toplandılar.

         İlkin cebinde yirmi beşliği olan çocuk on kuruşluk macun istedi. Demirden ve ucu dövülerek yapılmış kaşık macuna dalıp çıkarken öyle kışkırtıcı bir ses çıkartıyordu ki Sedat için dayanılacak gibi değildi. Çocuk hangi renkten istediğini parmağıyla macuncuya işaret ediyor, adam da ucu dövülmüş demin kaçığı o göze daldırıyordu. Sedat dalmış bu sesi dinlerken aklına bir zamanlar annesiyle aralarında geçen bir konuşma gelmişti. Babasını beklediği günlerde annesi kendi yaptığı ağdayla bacaklarındaki tüyleri alırken onu gören Sedat dikkatlice bakmaya başlamıştı ona, Annesi:

         “Ne bakıyorsun, kadınlar ağda yaparken erkekler bakmaz, ayıp,”demişti ona.

         “Ben sana bakmıyorum, elindekine bakıyorum,”diye karşılık verdi annesine.

         “Elimdekinin nesine bakıyorsun, bildiğin ağda işte?” demişti kadın.

         “Aynı macuna benziyor,” deyip yutkunmuştu Sedat. Macuncu kaşığıyla ağda yapıyor sanki diye geçirdi aklından ve yavaş yavaş yaklaştı rengarenk tablanın yanına. Tam kırmızı macun dolu gözün önünde durmuştu. En sevdiği macun rengiydi bu.

         Aldığı beş kuruşluk macunu, tadını çıkara çıkar yalamıştı Sedat. Ne kadar idareli yalasa da beş kuruşluk macunun çubuğu elinde kalınca bunun kendisine yetmediğinin ayırtındaydı. Ayırtında olduğu bir şey daha vardı, o da annesine verdiği sözdü. Artık büyüdüm, adım Arsız Sedat’a çıkmamalı diye düşünüp macuncunun tablasına uzaktan bakıyordu. Bir süre baktıktan sonra bunun olanaksız olduğunu anlayıp kendisini kahvehaneden dışarıya attı. Yağmur dinmiş, deniz durulmuştu. Köy kahvesinin önündeki büyük çınar ağacından düşen sarı bir yaprak döne döne gelip Sedat’ın tam başının üstüne düştü. Bu duruma sinirlenen çocuk başından aşağıya doğru kayan çınar yaprağını tutup hırsla yere savurdu. En iyisi evin yolunu tutup Mihmi’yle oynamak dedi. Babası bir kez daha geldi gözünün önüne, bu kez bağırmadı. Aksine, içinden kötü şeyler geçirdi ve babası gözünün önünden gitsin diye gözlerini kapadı. Birkaç adım gözleri kapalı olarak attı. Caminin köşesine çarpmamak için açtı gözlerini. Cami ona tanrıyı anımsatmıştı. Bir süre kendisine hiç yardım etmediğini düşündüğü tanrı geldi gözünün önüne. Çok büyüktü tanrı, korktu ve ona bir şeyler söylemek isterken caydı…

         Sedat’ın annesi Perihan oğluna verdiği beş kuruşun yetersiz olduğunu, çocuğun macunu ne denli sevdiğini çok iyi biliyordu. Biliyordu da kocasının gönderdiği parayla zor geçiniyordu. Kuruşları hesap etmek zorundaydı. Ne yapsam ne etsem de şu çocuğu sevindirsem diye, zeytinliklerde akşam yemeği için ot toplarken epeyce düşündü.

         Ot yemeğini altında odun yanan ocağa koyup küçük kerpiç evlerinin önünde bir süre düşünerek dolaştı. Dolaşırken aklına tavuklara mısır vermesi gerektiğini anımsadı.  Mısır torbasını alıp kümesin yanına gitti ve çevrede dolanan tavuklarını, “geh geh geh,” diye çağırdı. En önde çilli horoz ardından diğer tavukları geldiler. Onlara eltisinin mısır kırarken yardım ettiği için bolca verdiği mısırlardan attı. Cin mısırlarını tavuklara atarken aklına bir şey geldi sevindi. Yapabilir mi acaba? Diye düşündü. Yapamasa ne kaybeder, birkaç avuç mısır altı üstü deyip ocağın başına geçti ve küçük bir sele dolusu mısır patlattı. Selenin içerisine beyaz ve temiz bir bez yaydı, mısırları içine koydu. Bir de ölçü olsun diye bardak koydu seleye.

         Gidip Sedat’ı aramak için doğrulduğunda karşıdan gelen oğlunu gördü. Çocuğun yüzünden düşen bin parçaydı. Kadının dudaklarında sevecen bir gülümseme dolaştı.

         “Karadeniz’de gemilerin mi battı Sedat Kaptan,” diye seslendi oğluna.

         “Ne gemisi be anne?  Bizim cebimizde beş kuruş,” diyen çocuğun sesi hiç de güzel çıkmamıştı.

         “O zaman çalışacaksın. Çalışmayana para yok oğlum?”

         “Ben de şileplere mi gideyim çalışmak için?”

         “Aman ha, sakın öyle bir şey yapayım deme.”

         “Başka bir iş bul de çalışalım o zaman.”

         “Buldum bile, yüklen bakalım şu mısır selesini. Bir bardağını beş kuruşa vereceksin.”

         O akşam mısırın hepsini satmıştı Sedat. Bir yandan macun yiyip bir yandan mısır satan çocuk yaşamının en mutlu günlerinden birini yaşıyordu. Eve geldiğinde cebinde delik yüz paraların dışında beş ve on kuruşluklar vardı. En çok de mandagözü dediği iki tane yirmi beşliği annesine verirken havalanmıştı.

         Düğün ertesi gün, öğleden sonraya yani gelin kucaklana dek sürecekti. Annesi sabah erkenden kalktığında oğlunu giyinmiş olarak, ocağa çay suyunu koyarken buldu. Kahvaltılarını yapıp satacakları mısırı hazırladıklarında Reşat’ın uzaktan gelen klarnetinin kıvrak nameleri duyuluyordu. Seleyi kapıp kapıya doğru giden Sedat, bir yandan da kendisinin arkasından gülümseyerek bakan annesine:

         “Ben bundan sonra her düğünde mısır satacağım anne,”diyordu.

        

 

        

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar