İbrahim Kiras

İbrahim Kiras
İbrahim Kiras
Karar Tüm Yazıları
Şeyh uçmaz müritleri uçurur
6.09.2025
28

CUMARTESİ YAZILARI

Günümüz dünyasında izleri -ve az çok etkileri- görülmeye devam eden kişi kültü veya lider kültü dediğimiz inanışın eski çağ toplumlarındaki “tanrının temsilcisi kral” ve giderek “tanrı-kral” anlayışıyla ilgisini göstermeye çalışmıştık geçen haftaki Cumartesi Yazıları’nda…

Kadim dünyanın hemen her toplumunda hükümdarlara tanrısal bir nitelik atfediliyor olsa da farklı kültürlerin ilahi alemle dünyevi alem arasındaki ilişkiyi farklı “yapı”lar içinde “işlev”lendirdiği de bir gerçek. Geçen haftaki yazıda değindiğimiz gibi, Hint ve Roma dünyalarındaki ikili kral ve rahip makamları arasındaki paralelliği Dumezil, Hint Avrupa kökenli toplumların hepsinde görülen “ikili egemenlik” anlayışına bağlıyordu. Proto Hint Avrupa toplumlarında egemenlik, biri iyiliği öbürü şiddeti temsil eden iki makam arasında paylaştırılıyordu.

Bu ikili yapı başlangıçta iyilik ve kötülük tanrıları şeklinde ifade edilirken bilahare baş rahip ve kral şekline bürünmüşlerdi. Tabiri caizse tanrılar gökyüzünden yeryüzüne indirilmişlerdi.

Yönetimin ikili yapısı ortadan kaldırılarak hem dünyevi hem de uhrevi makamların tek bir kişide bir araya getirildiği dönemlerde bile “rahip kral” veya “tanrı kral” yine iki ayrı rol üstlenmeye devam eder. Makamlar birleşmiş ama işlevleri birleşmemiştir.

Buna karşılık, Hint Avrupa dünyasındaki ikili egemenlik yapısını Orta Doğu toplumlarında veya Altay muhitinde -hiç değilse aynı keskinlikte- göremiyoruz. Orta Doğu’da ilk önce dikkatimizi çeken husus gökyüzündeki tanrılarla yeryüzündeki hükümdarların işlevleri arasında simetri. Sümer şehir devletlerinde rahip-kral anlayışının giderek tanrı-kral anlayışına evrilmesi bir dizi sosyal ve siyasi gelişmenin sonucu gibi görünüyor. (Mamafih her ikisinde de hükümdar hem siyasi iktidarın hem de manevi iktidarın temsilcisiydi.)

İlk aşamada irili ufaklı şehir devletlerinin görüldüğü Mezopotamya’da güçlü merkezi krallıkların ortaya çıkıp kralın tüm şehirlerin kendisine tâbi olduğu en üst siyasi otorite haline gelmiş olmasıyla paralel bir gelişme inanç alanında da bir baş tanrının öne çıkmasıdır. Her şehrin veya her topluluğun kendilerine ait veya ortak çok sayıda tanrısının yanısıra ülkedeki herkesin kabul etmesi gereken bir “tanrılar tanrısı”dır bu.

Ortadoğu’da -muhtemelen Asya kökenli olan- Sümerlerle başlayan ve Semitik toplulukların devam ettirdiği bu anlayışın farklı kültürlerdeki mevcudiyetinden de haberdarız. Söz gelimi Proto-Türk topluluklarında Gök Tanrı (Kök Tengri) doğa olaylarını düzenlediğine inanılan Yer-Su ruhları gibi diğer ilahi varlıkların üstünde bir yere sahiptir.

Dinler tarihçilerinin ve antropologların çoğuna göre zamanla politeizmi monoteizme götüren bu “yüce tanrı” fikrinin erken örneklerinden bir diğeri de Proto-Hint Avrupa dünyasında görülür. Sonraki çağlarda Yunan dünyasında Zeus, Roma’da Jupiter, İskandinav muhitinde Odin isimlerini alacak olan bu “yüce tanrı” eski Hint Avrupa toplumlarının Dyaus veya Deiwos (Gök) dedikleri ilahi varlığın sürekliliğinin ifadesidir. (Bir diğer ilginç ayrıntı da neredeyse tüm Hint Avrupa toplumlarında baş tanrının farklı isimlerinin daima “baba” sıfatıyla birlikte anılmasıdır.)

Ne var ki Hint Avrupa dünyasında tek tanrının bile ikili bir işlevi vardır daima. Hem iyi hem kötü, hem şefkat hem şiddet, hem mükafat hem ceza, hem din hem dünya…

Dikkat edersiniz bu ikili işlevler günümüzde de devlet kavramının içinde mündemiç gördüğümüz niteliklere karşılık geliyor. Geçmişte ülkeyi hükümdar ailesinin mülkü kabul eden anlayışın inanç zemini ortadan kalkmış olsa da günümüzde devlet baba veya devlet ana gibi ifadeler siyasi anlamda çok fazla değişmeyen bir anlayışı yansıtmaya devam ediyor. (Buradaki baba veya anne diyerek yapılan kişileştirmenin ise alegorik veya mecazi anlatım ihtiyacından doğmadığı ortada.)

***

Geçmiş asırlarda hükümdarın tüm eylemlerini tanrısal bir yetkiyle gerçekleştiriyor olması her kararının ve her buyruğunun hiç tartışılmadan kabul edilmesini kolaylaştırıyordu. Bugün ise liderlerin tanrı tarafından seçilip görevlendirildiğini düşünenler çok küçük bir azınlık olmalı. Söz gelimi Trump’a böyle bir nitelik atfeden Evanjelist fanatikler ABD’de çoğunluğu oluşturmuyor herhalde.

Yine de baştaki kişinin aklımıza ve vicdanımıza uymayan davranışlarında bile -Tanrının arzusu olduğuna göre- mutlaka bir hikmet olduğunu düşünmemiz bu inancın bir kalıntısı olmalı.

Diğer yandan, günümüz itibarıyla Batı toplumlarının artık tanrı-kral inanışının etkisinden kurtulmuş olmasına rağmen bazı başka toplumlarda hâlâ kutsal yönetici anlayışının kalıntılarının görülmeye devam etmesinde maddi şartlarla ilgili faktörler de rol oynuyor olabilir.

Orta Asya tarihinin en önemli uzmanlarından Richard Frye’ın “Orta Asya Mirası” kitabını okurken not almıştım. Eski çağlarda devlet yönetiminin dini bir boyutu olduğu gerçeğini kadim Orta Asya’nın yerleşik ve göçebe toplumları arasında gözlemlediği bir fark üzerinden hatırlatıyordu büyük tarihçi…

Yerleşik toplumlarda geleneğe bağlılık yoluyla (gelenekler kutsanarak) “krallığın” kutsallığı benimsenirken göçebe toplumlarda “kralın” karizmasına kutsallık atfediliyordu. Birinde krallık, öbüründe kral… Demek ki birinde kurum, diğerinde kişi önem taşıyordu.

Frye’a göre, Orta Asya’da “devlet” İranlılar için bürokrasi anlamına geliyordu, Türkler ve Moğollar için ise bu mekanizmanın başındaki kişi önemliydi. Fetih veya devrim yerleşikler açısından devletin en tepesindeki yöneticileri değiştirmek demekti. Göçebeler açısından ise aşiretler arasındaki ittifakın ele geçirilmesiydi. Yani amaç ittifakın direksiyonu başına oturmaktı.

Yerleşik devletler için fetih, diyor Frye, genellikle kendi toprağını genişletme anlamına gelirken, göçebeler için yerleşik halkların fethi ya da başkalarının mallarına el koymak anlamına geliyordu. (“Orta Asya Mirası”, çev: Füsun Tayanç-Tunç Tayanç, 2009, sh. 46)

Gerçekten de 11. Yüzyılda İran’ı istila eden Selçuklular burada devlet makinasını kadim Fars bürokrasisine emanet etmişlerdi. KündüriNizamülmülk gibi baş vezirlerin Selçuklu yönetimi içindeki “kudretli” konumları göçebe topluluklarına dayalı bir askeri gücün yerel/yerleşik dinamiklerle ve hususen İran devlet bürokrasisi ile işbirliği ihtiyacının göstergesidir.

Yine göçebe Türkmen aşiretlerine dayanan Safeviler de aslında “Türk devleti” değildi. Daha doğrusu Safevi devleti diye bir devlet yoktu. Binlerce yıllık tarihe sahip İran devletini yöneten hanedanlardan biriydi Safevi hanedanı. Tıpkı belirli bir dönemde Çin devletini yöneten “Türk asıllı” hanedanlar gibi…

Bugün bile devlet dediğimiz kurumu kendimize ait görmekte zorlanmamız, bizim dışımızda ve ele geçirilecek bir kale olarak görmemiz bu eski hatırlarla da ilgilidir belki…

Buna karşılık liderlerimizi neredeyse tanrısal nitelikler vererek benimseme eğilimimiz de kadim Türk kültüründeki “kut” inanışından kalan tortuların etkisini taşıyor olabilir.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar