M.Şükrü HANİOĞLU
1923-26 Musul Sorunu, 25 Eylül Referandumu sonrasında geliştirilecek stratejinin Türkiye’nin iç siyasetine yönelik önemli yansımaları olacağını ortaya koymaktadır
İstiklâl Harbi sonrasında "devlet kurma" ve "millet inşa etme" süreçlerini etkileyen en önemli gelişmenin "Musul Sorunu" olduğunu söylemek yanlış değildir. Bu mesele Türkiye'nin "kimlik," "aidiyet," "kendisini ilintilendirdiği coğrafya" ve "resmî ideolojisi" benzeri konularda radikal değişikliklere gitmesine neden olmuştur.
25 Eylül günü gerçekleştirilen referandum sonrasında oluşan tablo, bölgenin geleceğinin yeniden belirlenmesi sürecinin de Türkiye'de dönüşümlere yol açma potansiyelini haiz olduğunu ortaya koymaktadır.
Müslüman "millet"i
İstiklâl Harbi'nin ideolojisi, resmî görüşün daha sonra iddia ettiği gibi "Türkçülük" değil Erik J. Zürcher'in tabirini kullanacak olursak "Müslüman milliyetçiliği" idi. Hareketin kurumları da ilerleyen yıllarda savunulduğundan farklı olarak "etnik bir gruba" atıf yapmayan, "dinî topluluk/ Müslümanlık" anlamındaki "millî"liği vurguluyorlardı. "Kuva-yı Millîye," "Misak-ı Millî," "Büyük Millet Meclisi" benzeri deyimlerdeki "millî" ve "millet" ifadeleri "Türklük"e değil "İslâm" ve "Müslümanlar"a işaret ediyordu.
Mustafa Kemal Paşa da 1920'de TBMM kürsüsünde "Meclis-i âlînizi teşkil eden zevât yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkeb anâsır-ı İslâmiyedir" sözleriyle bunu veciz biçimde dile getirmiştir.
Kendisinin "millî hududlar"a atıfta bulunurken "Kerkük şimâlinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafa'ası ile iştigâl ettiğimiz millet . . . muhtelif anâsırı İslâmiyeden mürekkebdir" hususunun altını çizmesi de İstiklâl Harbi'nin yönetici kadrosunun bu hatları "bir etnik grubun çoğunlukta olduğu coğrafya"yı değil "imparatorluğun Araplar dışındaki Müslüman anâsırı"nı kapsayacak biçimde çizdiğini ortaya koymaktadır.
Ankara ve "Kürdistan"
Ankara bu yaklaşımını Lausanne Barış Konferansı'nda da sürdürmüştür. İsmet Paşa Musul Vilâyeti'nin Türkiye'ye bırakılmasını talep ederken Kürd ve Türklerin bölgede ezici çoğunluğu oluşturduğunu, "İstiklâl Harbi'ni Türklerle beraber veren Kürdlerden bir tanesinin" bile "her ne isim verilirse verilsin bir sömürge" olan "Irak devleti"nde yaşamak istemeyerek bağımsız Türkiye'ye katılacağını vurgulamış ve "plebisit" kartını masaya koymuştu.
Lord Curzon buna karşı çıkarken I. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın değişik yerlerinde başvurulan "plebisit" uygulamasının Musul Vilâyeti'nde gerçekleştirilemeyeceğini çünkü "Zavallı Kürd"ün bu kelimenin "ne anlama geldiğini dahi bilmediği"ni ileri sürmüştü.
Ankara, anlaşmazlık Lausanne'da ve Türkiye ile İngiltere arasındaki ikili görüşmelerde çözülemeyerek Milletler Cemiyeti'ne havale olunduğunda da aynı tezi sahiplenmeye devam etmişti.
İsmet Paşa tarafından 5 Eylül 1924'te Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri'ne sunulan lâyiha demografik yapıya vurgu yapıyor ve 263,830 Kürd, 146,960 Türk ve Ankara'nın farklı inançlara sahip Kürdler olarak tanımladığı 18,000 Ezidî'nin bir bölümü göçebe olan ve senenin bâzı mevsimlerini başka bölgelerde geçiren 43,210 Arab'a kıyaslandığında (rakamlar İngiliz istatistiklerinden alınıyordu) ezici bir çoğunluk oluşturduğunu savunuyordu.
Daha da ilginç olan Ankara'nın ileride "dizginlenemeyecek irredentizm"e neden olacağı gerekçesiyle Kürdistan'ın büyük bir kısmının ayrılarak dağılmasına (orijinal metinde "the disintigration of a large part of Kurdistan") karşı çıkmasıydı.
"Ortadoğulu" Türkiye
Türkiye Milletler Cemiyeti'ne sunduğu bir diğer belgede ise kendisini bir "Ortadoğu devleti" olarak tanıtarak "adalet" talep etmiş, mevcut sorunun "bir büyük Batılı güç (İngiltere) ile bir Ortadoğu devleti (Türkiye) arasında, bir Doğu halkının (Musul ahalisi) kaderinin (orijinal metinde 'entre une grande Puissance occidentale et un Etat du Proche-Orient au sujet de la détermination du sort d'une population orientale')" tayini olduğunun altını çizmiştir.
Ankara tarafından kaleme alınan diplomatik yazışmaların da ortaya koyduğu gibi Türkiye, Musul Sorunu'nun çözümü sürecinin başlarında İstiklâl Harbi sırasında benimsediği ideolojik çizgiyi sürdürmüş, Kürdleri ve "Kürdistan"ın bütünlüğünü sahiplenmiş, onlar ile Türklerin kader ortaklığı ve ayrılmazlığını vurgulamış, kendisini ise "Batı"nın parçalamaya çalıştığı bir "Ortadoğu" ülkesi ve "mazlum bir millet" olarak görmüştür.
Değişen aidiyetler
Musul Sorunu 1925 sonunda İngiliz tezine uygun biçimde çözümlendiğinde Türkiye'de "kimlik," "aidiyet," "parçası olunan coğrafya algısı" alanlarında inanılması güç bir dönüşüm yaşanmıştı.
"Millî" artık Müslümanlara atıfta bulunmuyor, bir etnik gruba nisbeten istimâl olunuyordu.
Ankara, Türklerin kültürünü paylaşmadıkları bir coğrafyada "Batı medeniyeti"nin temsilcisi olarak bulunduğunu savunuyor, bir buçuk sene önce parçası olduğunu vurguladığı "Ortadoğu"yu Oryantalist bir gözlükle, günümüzdeki "bataklık" metaforuna benzer sıfatlarla aşağılıyordu. Bütünlüğü korunulmaya çalışılan "Kürdistan" ise yasak kelimeler arasına girmişti.
Benzer etki tehlikesi
Karşıolgusal tarih yaklaşımının sakıncalarını unutmaksızın bir değerlendirme yapılırsa Musul Vilâyeti'ni de içine alan Türkiye, sadece "petrol ihraç eden" bir ülke haline gelmeyecek, "Türk" yerine İstiklâl Harbi'nin "Müslüman" milliyetçiliğini sahiplenen, kendisini yaşadığı coğrafyada "Batı'nın temsilcisi" değil bölgenin aslî unsuru olarak gören bir devlet olacak, resmî ideolojisinden tarih yorumuna uzanan bir yelpazede farklı yaklaşımları benimseyecekti. Bu çerçevede toplumumuzun günümüzdeki öncelikli sorunu da şüphesiz değişik bir seyir takip edecekti.
Diğer nedenlerin varlığı göz ardı edilemezse de zikrettiğimiz kapsamlı dönüşümde Musul Sorunu'nun birincil derecede etkili olduğu ortadadır. Bölgede doksan iki sene sonra yaşanmakta olan gelişmeler de benzer tesirler icra etme potansiyelini haizdir. Bu coğrafyadaki gelişmelerin Türkiye'nin iç ve dış siyasetine, bünyesindeki "milliyetçilikler"in alacağı şekle, Kürd vatandaşları ile olan ilişkisine "etki etmemesi" mümkün değildir.
Ankara şüphesiz gelişmelerin "stratejik" ve "güvenlik" cepheleri ile ilgilenmek, uzun vâdede oluşabilecek tehditlere yönelik tedbirler almak durumundadır.
Ancak bunlar "stratejik öncelik" ve "çıkar koruma" temelinde gerçekleştirilmelidir. Soruna bunun dışında, örneğin "Türklük-Kürdlük" ekseninde yaklaşmanın, toplumumuzda doksan iki sene önce yaşanana benzer ve ciddî sorunları da beraberinde getirecek değişimler doğurabileceği unutulmamalıdır.
Yazarlar
-
Ahmet TAŞGETİRENBölgede Trump operasyonu sürüyor 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNEmeğin Sosyolojisi ve Kapitalizmin Geleceği: Marx vs. Marx 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolYenilikçi bir İslam düşünürü Gannuşi 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKRus cinleri imana nasıl hizmet etti? Tuhaf bir Soğuk Savaş hikâyesi 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANMahkemeye düşmüş siyaset 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEAhtapotun kolları 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU3809 sayfa ve temel çelişki 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm sürecinin CHP’si daha merkezde 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÖzel ve CHP’ye dair son gözlemler 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerPATRON KİM? 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURAK Parti üzerine doktora yapmış bir CHP lideri…. 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCHP hakkında kapatma davası açılır mı? Yok artık, daha neler! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel'le kahvaltı: CHP nereye böyle? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZBir iddianameden fazlası: CHP’yi dizayn girişimi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye’de ‘altın oran’ nedir? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRBakın Şahan'ı şikayet eden kimmiş? Her balkona havuz yapan müteahhit savcıya koştu! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİddianamenin ruhu siyasi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBir iddia-nağme 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİKemalizm’in dindarlarca rehabilitasyonu 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraMemnuniyetsizler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokrat Kral’ın anıları 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBelediyenin açıklaması gerçekleri gizliyor mu? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEnternasyonalizm ve Demokratik Toplum Çağrısı... 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünBaşarılı bir diplomasi örneği… 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRHSK neden suskun? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKürtler davete icabet ediyorlar 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAkdeniz’den Hazar’a hizalananlar ve Colani’nin Beyaz Saray günü 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRAK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüş 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞÖcalan 70’lerde mi kalmış? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasDüşmanımız kimdir bizim? 11.11.2025 Tüm Yazıları






































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
19.11.2018
12.11.2018
5.01.2018
29.10.2018
22.10.2018
15.10.2018
24.09.2018
16.09.2018