Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Hayaller nasıl gerçek olur?
21.11.2013
2302

 29 Ağustos tarihli yazımın başlığı “Bir düşüm var benim” idi. Bu tarih büyük bir yıldönümüne işaret ediyordu. Afro-Amerikan rahip Dr. Martin Luther King Jr, tam 50 yıl önce, 28 Ağustos 1963’te Washington’daki Lincoln Anıtı önünde toplanan yaklaşık 300 bin kişiye sık, sık yinelediği bu sözlerle (I have a dream) seslenmişti. Bu vesileyle kaleme almıştım o yazıyı ben de.

King’in 50 yıl önceki düşü, Amerika Birleşik Devletleri ve özellikle güney eyaletlerinde yaşayan insanlara, derileri siyah olduğu için yapılan ayırımcılığın ve reva görülen şiddetin bulunmadığı yepyeni bir düzendi.  Şunları dile getirmiştim o yazımda: “Luther King’in bir düşü vardı gerçekleşmesini dilediği; ‘gün gelecek, bir zamanlar köle olanların evlatlarıyla yine bir zamanlar köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde, birlikte kardeşlik sofrasına oturabilecekler’ (di)… ‘ Bir düşüm var benim’ diyordu King, ‘gün gelecek, özgürlüğümüzün önünde birer engel olan bütün vadiler yükselecek, bütün dağlar eğilecek, engebeli yerler hizaya gelecek ve Tanrı’nın yüce şanı yeryüzüne inecek ve bütün canlılar bunu hep birlikte göreceğiz.’

Martin Luther King’in bu düşü büyük ölçüde gerçekleşti gerçekleşmesine; hatta içlerinden biri iki kez ABD Başkanı da seçildi ama kendisi bunları göremedi. 1964 Nobel Barış Ödülünü kazanan en genç kişi olma unvanına sahip olan King, 1968’de, daha sadece 39 yaşındayken Memphis’te ırkçı bir suikasta kurban gitti ne yazık ki.”

Martin Luther King, 50 yıl önceki konuşmasında, Özgürlük Bildirgesi’nden bu yana bir asır geçmiş olmasına karşın, dünyada özgürlüğün simgesi olan büyük bir ülkenin vatandaşları arasında eşitliğin deri rengi söz konusu olduğunda kâğıt üstünde kalmasından umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini hatırlatmıştı dostlarına. “Şu an yaşamış olduğumuz ve önümüzde bulunan zorluklara karşın hâlâ bir düşüm var benim” demiş; bunun “Amerikan rüyasının derinliklerine kök salmış bir düş” olduğunu söylemişti. Ardından önemli bir hususun da altını çizmişti konuşmasında:” eğer Amerika büyük bir ülke olacaksa, bunun gerçekleşmesi şarttır.”

Dağdakiler inecek, cezaevleri boşalacak

Başbakan Erdoğan hafta sonu herkesi en azından Luther King’in 50 yıl önce Washington’da yaptığı konuşma kadar heyecanlandıran sözler sarf etti Diyarbakır’da. Söylediklerinden Kürt sorununun şiddet boyutuyla birlikte çözüleceğine olan inanç güçlendi. Özellikle “dağdakiler inecek, cezaevleri boşalacak” sözünün altı kalın çizgilerle çizildi. Bu sözleri, her ne kadar teknik olarak doğru olmasa da, yakında genel af çıkarılabileceği şeklinde yorumlayanlar oldu. Bunu arzu edenler sevindi; istemeyenler Erdoğan’a kızdı. Hatta bu kızgınlıklarını hakarete varan sözlerle dile getirenler de oldu. Ne de olsa Erdoğan, Luther King gibi ayırımcılık gören bir topluluğun değil, yetkilere sahip bir hükümetin lideriydi. O bakımdan Luther King gibi sadece iyi dileklerini değil, planladıklarını da dile getiriyordu olasılıkla. Böyle düşünülmesi de doğaldı aslında.

Ne var ki konunun yandaşları ve karşıtları tarafından genel affa kilitlenmesi bu sözlerin içini boşaltıverdi. Önce Başbakan Yardımcısı Arınç, Luther King’in “bir düşüm var benim” sözüne atıfta bulunarak, Başbakan’ın bu sözlerle hayallerini dile getirdiğini söyledi. Ardından Erdoğan çıktı ve “kaç kere söyledim demek ki anlatamamışım. Ben orada hayallerimi anlatıyorum, siz genel aftan bahsediyorsunuz. Genel af kesinlikle gündemimizde yok” dedi.  İyi güzel de, Başbakan’ın hayallerini gerçekleştirecek kendisinden başka kim var Türkiye’de?

Genel Af değil, demokratikleşme ve topluma yeniden kazandırma

Başbakan’ın sözlerinde iki ayrı durum var. Biri, dağdakilerin inmesi, diğeri de cezaevlerinin boşalması. Teknik olarak “topluma yeniden kazandırma” olarak adlandırılması gereken birinci konuda, TCK’nın “etkin pişmanlık” başlıklı 221. maddesinin dağdakilerin inmesini, yani silah bırakmasını yeterince özendirmediği açık. Bu konuyu İspanya örneği üzerinden aktararak, daha özendirici bir yasal mevzuata ihtiyaç olduğunu defalarca yazdım ve katıldığım televizyon programlarında da söyledim.

Üç yıl önceki “Habur açılımı” yaklaşım olarak, terörle demokratik mücadeleye uygundu. Zira silah bırakma karşılığında eli kana bulaşmamış, kan dökmemiş militanların topluma yeniden kazandırılmasını öngörüyordu. Ama başarılı olamadı zira hukuksal alt yapısı yoktu. TCK’nın 221. maddesi, pişmanlıkla ilgili kısmı paranteze alınmak suretiyle ne kadar uygulanabilirse o kadar uygulanabildi.

Başbakan Yardımcısı Atalay’ın bu konuda söyledikleri bundan sonra yapılması gerekenleri çok daha iyi anlatıyor. Atalay diyor ki  “çözüm sürecinin özü şu; terör bitecek, silahlar teslim edilecek, ondan sonra da siyaset grubu gerekeni yapacak. (…) Eve dönüşler, siyasete katılma, cezaevlerindekilerin durumu, daha doğrusu içeride ve dışarıdaki terörle ilgili unsurların, o insanların tekrar hayata kazandırılması, evlerine dönüşü, rehabilitasyonu her şey bunun içinde. Bunu af olarak nitelemiyoruz ama dünyanın her yerinde çözüm süreçleri sonuçta silahların teslimin sonrasında o insanların geleceği ile ilgili kararları getirir. Çözüm sürecinin sonunda o kararların verilmesi tabiidir. Başbakan’ın söylediği odur”

Çözüm sürecinin içinde Atalay’ın dediklerinin olmaması, yoksa buna çözüm süreci denmesi mümkün değil. Ama Atalay’a katılmadığım bir nokta var: o da eve dönüş veya topluma yeniden kazandırmayla ilgili yasal düzenleme konusunda son aşama olan silahların tesliminin beklenmesi. Topluma yeniden kazandırma tam bir af, hele adi suçları da kapsayan genel bir af öngörmez. Kişilere, onların yaşam hakkına değil, devlete karşı işlenmiş suçlara yönelik bir affı içerir. Bu nedenle, İspanya’da 12 Ocak 1988 tarihli siyasi partiler arası Ajuria Enea Paktı gibi, kan dökmemiş örgüt üyelerine yasal siyasetin yolunu açar. Böyle bir yasal düzenlemenin yapılmamış olmasının sürece yararı değil zararı var aslında. Silah bırakma bugün yeterince özendirilmediği gibi genel af tartışmalarıyla çözümü gerçekleştirmesi gereken hükümet de geri adıma zorlanıyor.

Başbakan’ın “cezaevleri boşalacak” sözüne gelince, bunun için elbette yargı kararı gerekir ama BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi “lafla ceza evleri boşalmaz”. Bunun için başta Terörle Mücadele Kanunu’nda olmak üzere ifade özgürlüğünü genişletecek yasal düzenlemeler yapılması şart.

Özet olarak Başbakan Erdoğan’ın “hayallerim” dediği sözlerinin içinin nasıl doldurulacağı belli. Bu hayallerin gerçek olması için başta MHP lideri Bahçeli olmak üzere muhalefetten icazet almaya ihtiyacı yok. Neyin, nasıl olacağını net bir şekilde dile getirmedikçe daha çok eleştiriye maruz kalıyor. Martin Luther King, ABD’de ayırımcılığa uğrayanların temsilcisiydi dediğim gibi. O’nun hayalleri önemliydi, Erdoğan’ın ise hayallerini gerçekleştirme yolunda atacağı somut adımlar…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar