Markar ESAYAN

Gerçek bir irtica tehdidi olarak Batıcı yobazlık…
8.02.2016
1619

 Bir süredir bir kitap üzerine çalışıyorum. Batı kültürünün krizi, bu krizin üstüne binmiş ülkemizin kendi yüzeysel/tepeden inme Batıcılaşma süreci ve Yeni Türkiye ideolojisi… 

“Sekülerleşme Tezi” de kitabın bir bölümünü oluşturuyor. Bu tezin iki ayağı var; Mekanistik ve Evrimci teori (aslında dogma).

Her ikisi de aynı sonucu veriyor. 
“Modern devlet, bilim ve teknoloji insanın taleplerini karşıladıkça dinler ihtiyaç olmaktan çıkacak, 19, bilemediniz 20. yüzyılda tarihe elveda diyeceklerdi.” 
Sadece bu teori üzerine kurulmuş SSCB çöktü, Aziz Vladimir Marks ve Lenin’i gömdü. Dini hoşgörüye dayalı ABD ve Britanya, Kıta Avrupası ile oyuncak gibi oynuyor. Dünyanın en sekülerleşmiş ülkesi İzlanda’da ölümden sonra hayata inanma yüzde seksenlerin üzerinde. Artık bu tezin en ateşli savunucuları bile (Bellah, Berger, Stark, Cox, Bell vd.) olabildiğince canlı dini bir yüzyıl yaşadığımızı söylüyorlar.

Aydınlanma, insanın sonsuz kez tekamül ettirilebileceğini iddia ederken, Batılı kültür ve yaşam biçiminin nihai/evrensel mükemmel zirve olduğu metafiziğini de dünyaya “bilimsel” bir gerçeklik olarak dayattı. 
Oysa her kültür ve yaşam biçimi, yüzlerce yıllık bir süreklilik içinde kendi coğrafyasına en başarılı engetrasyon örneğidir. Farklı/komşu yaşam biçimleri ve kültürler birbirlerini etkilerler; ancak Batı’nın kolonyalizmle yaptığı gibi, küresel ölçekte bir yaşam/kültür normu dayatmak, dünyayı faşizme açar, onu donuklaştırır, tektipleştirir. 
Bertrand Russel’ın şu sözü geldi aklıma: “Hayvanlara zarar vermek kötüdür; ama bu dünyadaki en kötü şeyin hayvanlara zarar vermek olduğunu söylemek yobazlıktır.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türgev ve Kadem’in açılışlarında kadın, annelik, aile ve çocuk edinme konusunda konuştu ya; bizim laikçi yobazlar hemen saldırmaya başladı. 
Birkaç sene önce “eşit” yerine “eşdeğer” kavramını gündeme getirmiş, yine Batılı yaşam biçimlerine iman etmiş yobazlık tarafından saldırıya uğramıştı.

Oysa, Batı’da kültür eleştirmenleri, hatta son kuşak feminizmin tartıştığı son konulardan birisi, “eşitlik” kavramının, farklılıkları bağlayıcı hukuki metinlere yansıtmadığı için, kadını kanıtlanması zor, gömülü bir sömürüye açtığı, “eşdeğer” kavramının daha doğru bir yaklaşım olduğuydu.

Ama olsun; bunu dindar bir lider söylüyor ya, saldırın gitsin. 
Chicago Üniversitesi’nde felsefe profesörlüğü yapmış olan Leszek Kolakowski şöyle diyor: 
“Kavramlarımızın bu tuhaf çöküntüsüne somut örnekler bulmak zor değildir. Mesela bazı ruh doktorlarının hastalarına koydukları teşhislerin bir tahakküm mekanizması, tıp biliminin dayanılmaz bir hiyerarşi olduğu, bir kısım feministlerin cinsiyet farklarını bilinçli şekilde eritmek için gösterdikleri inanılmaz gayret, eğitim reformunun tarif ettiği öğretmen-öğrenci ilişkisinin dayanılmaz ölçüde baskıcı olması, Marksist görünüm altında herkesi adi soygunculuk ve yolsuzluğa teşvik eden akımlar…”

Batı’da insanlar böyle bir krizle uğraşırken, bizde “Benim bedenim benim kararım” türünden sloganları atmanın insanı özgür, bilgili ve ilerici yaptığına inanan bir güruhun lümpenliği ile uğraşmak zorundayız. 
Sorun üç çocuk yapmak isteyenler ile çocuk büyütmek değil kedi beslemek isteyenlerin, vesair herkesin birden bir ülkede özgür ve baskı altında olmadan yaşamasıdır. 
İsteyen onu, isteyen bunu, isteyen her ikisini birden yapar. 
Ve Türkiye bu konuda inanın oldukça iyi bir noktadadır.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar