Mücahit BİLİCİ

Mücahit BİLİCİ
Mücahit BİLİCİ
Tüm Yazıları
Tasavvuf ve aşkın kesik kafalı bedenleri
17.08.2015
2548

 Tasavvuf bir kalp veya benlik teknolojisi olarak İslama da girmiş veya İslamda da tezahür etmiş bir yöntemdir. İslamın dışında ve öncesinde de bu teknoloji vardır. Şeriata itibar eden tarikatlar olduğu gibi, Şeriatı zahiri bir kabuk görüp fazla dikkate almayan tarikatlar da vardır. İslamda tasavvufun nihai meşruiyeti velayet-i Ahmediye’de (Hz. Muhammed’in insan olarak Allah’a yaklaşma yolculuğu olan Mi’rac’da) temellendirilmektedir. Bu ana şemsiye dışında İslamın içindeki tarikatlar meşruiyetlerini temin için İslam’ın içinde kendilerine bir kök ve başlangıç inşa etmeye çalışmışlardır. Bu arayışlar, köken efsaneleri ile dolu bir tür milli tarihtir.

İslamda tarikatların ekserisi kendilerini velayetiyle meşhur İmam Ali’ye dayandırmakla birlikte Şia ve heterodoksi endişesiyle kendini Hz. Ömer’e zorlamayla dayandıran tarikatlar da çıkmıştır. Bazı tarikatların sünnet-i seniyyeye ittibaı merkeze alma ısrar ve gayretleri, tarikatın böyle bir zorunluluk hissetmeyen ve içerikten bağımsız bir teknoloji olması sebebiyledir. İslamiyet dairesi dışında da tasavvuf ve tarikat mümkündür. Müslüman olmadan veli olmak mümkündür. İslamiyet’in hakikati, bizim resmî olarak İslam diye bildiklerimize münhasır değildir. Başka bir ifadeyle hakikat olarak İslamın tarihi, Müslümanlığın tarihine indirgenemez. Bugünlerde Müslüman milliyetçiliği dolayısıyla İslamiyet’i Müslümanların özel mülkiyeti zannetme eğilimi çok güçlü de olsa hakikati yansıtmamaktadır.

Dolayısıyla tasavvuf ve tarikat İslam kökenli olmamakla birlikte İslama aykırı da değildir. Hızlı okuma tekniği veya konsantre olmak için kulaklık kullanmak yahut sağlıklı yaşamak için diyet yapmak ne kadar İslami ise tasavvuf da o kadar İslamidir. Günümüzde modern tarikat bürokrasidir: memur müriddir. Tasavvufun, ana operasyonu yakın/ yakınlık tesis etmektir. Bunun için insanların kafasını keser ve bedenlerini başka bir kafaya yapıştırır. Bu yapışıklık demek, o iki insan arasında mesafenin imhası demektir. Yani insanlar birbirlerine kalben kaynak yapıldığı için zahiren ayrı kafaları olsa da esasen kafası olmayan beden hâlinde tek kalan üstteki kafaya beden olarak eklemlenirler. Sinyalin akışını sağlayacak bir sinir açma yani asabiyye inşasıdır bu. Tarikat bir Leviathan üretir. Birey üzerindeki etkisi onu aşkınlıktan içkinliğe geri götürmesidir (geldiği toprağa geri döndürmesidir: “hor bakma toprağa.”) Tasavvuf, şüphe, sorgulama ve evrenselleşerek dağılma enstrümanı olan aklı devre dışı bırakır. Tarikat ehlinin yüzünde o yüzden gerilim göremezsiniz. Kaygısı olmayan bir çocuk veya bir hayvan gibi mutlu ve sükûnetlidir. Tarikat, insanın iradesini ve aklını alarak onu gönüllü hayvana çevirir. Hayvan, sürücüsü melek olan bir avatardır. Tarikat için ilim ve bilgiye ihtiyaç yoktur. Tarikat zevkî ve tecrübî bir yoldur. Kalp ayağıyla gidilen bir yoldur. Nazarî değil tecrübîdir. Zira nazar (teori) belli bir mesafeden mümkündür.

Tarikatın yolu aşktır. Aşktan kasıt sevmek yani yapışmak arzusudur. Tasavvuf, kâinatta tevhidi, herşeye yapışarak ve herşeyi birbirine yapıştırarak sağlar.

Tasavvuf politik değildir ve kamusal alanı vakumlayarak yok eder. Arendt’in aşk dünyalı (âlemli) değildir derken kastettiği budur. Cihadı seven Nietzsche’nin Hıristiyanlığı yerden yere vurması, Hıristiyanlığın iradeyi devreden çıkartması sebebiyledir. Savaş olmayan yerde imtihan yoktur. Şu hâliyle tasavvuf, insanın irade ve akılla dâhil olduğu dünyadan bir çıkma teknolojisidir. İradeden fıtrata bir geri düşüştür. İmtihan yeri olarak açılan dünya da karşılaşma ve mücadele yoksa dünya da yoktur. Aşkta iradelerin duruşması anlamında siyaset ve kamusallık (polis) yoktur. Utanma da yoktur. Çünkü utanma başkasının huzurunda mümkündür. Çocuklar, deliler ve âşıklar utanmazlar (“perde, hicab” yahut “namus u ar olmaz bana”). Tek bir taraf vardır: Sevgilinin iradesi. Bu sebeple, aşkta ve tasavvufta tarih yoktur. Çünkü hayat öldürülmüş, ölüm aktive edilmiştir: “Sarayda vahdet vardır, canlanma deli gönül.

Tarikat yolunun, şahıs ve aşk merkezli Hıristiyanlığa benzemesi ve hattâ onunla rekabet yoluyla etkilenmesi şaşırtıcı değildir. Anadolu coğrafyasında tasavvuf mayalı din anlayışında Hz. Muhammed’e gösterilen eşsiz muhabbetin bir sebebi de dinin sevgi diline dökülmesi durumunda bir yüze, somut bir şahsa yönelme ihtiyacı duyması sebebiyledir. Tarikat sevişmeyi, mesafesizliği ve iradeden istifayı seçtiği için onda özel alan ile kamusal alan bir olur. Aşkınlıktan içkinliğe geçiş yaşanır (“dili kalbe indirdim, döndüm Mevlana gibi”).

Peki, bu yeterli mi? Said Nursi’ye göre değil.

Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün mâsivâyi terk, hattâ esmâ ve sıfâti dahi bırakmak, yalnız Cenâb-i Hakkın zâtına rapt-i kalb etmek lâzim gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarık-ı ubûdiyette hakikat cânibine sevk etmekle, sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâıf askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.

[email protected]

Twitter: @mucahitbilici

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar