Sezin ÖNEY

Sezin ÖNEY
Sezin ÖNEY
Tüm Yazıları
Geleneğin İcadı
3.10.2012
2941

 Düşünür, tarihçi, eleştirel bakışın son yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri Eric Hobsbawm’ın ölüm haberi, ben bu yazıyı yazarken geldi. “Ömür boyu Marksist” Hobsbawm’ın düşüncesini, en iyi Marx’ın “var olan her şeyin acımasızca eleştirisi” yorumunun anlattığını düşünüyorum.


Hobsbawm’ın “Geleneğin İcadı” tezi, yani ulus-devletin meşruiyetini sağlamak için kendine bir gelenek inşa etmesi yaklaşımı, Türkiye’nin şu dönemindeki “yeni” devlet oluşumu sürecine de çok güzel uyuyor.

Yanlış yoldan giderek doğruya varılır mı?

AKP Kongresi’nde Başbakan Erdoğan’ın gelecek vizyonunu ortaya koyduğu konuşması, Türkiye’nin yakın geleceğine ilişkin olarak bu soruyu aklıma getirdi.

Refah içinde, güçlü, modern, “model” bir ülke olacak AKP Türkiye’si.

Ancak, uluslararası çerçevelere uygun haklar ve özgürlüklerin güvence altına alınması, demokratikleşme sürecinde “devrim” yapılması yoluyla olmayacak bu dönüşüm.

Güç, devletin gücü olacak. Devletin gücü, “Parti”nin gücü olacak. Parti ve halk “bir” olacak. Halk, “Parti” ile ifade bulacak. “Halkın iradesi”, “Parti”nin gücü olacak.

Haklar ve özgürlükler, “Parti” tarafından tanımlanacak.

Bireyin, bireysel özgürlüğün olmadığı, eleştirel düşüncenin içinde yer almadığı, böylesi bir düzen, Türkiye’yi hedeflediği noktaya getirir mi?

Yüzlerce yıllık tarih boyu, kültürel iletişim bakımından can damarlarıyla kenetlenilen Avrupa’yla olan bağları, “özünü bulma” bahanesiyle kesip atınca, “güçlü” bir Türkiye ideali nasıl yakalanır?

Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirini okuyan Başbakan Erdoğan’ın, neden özellikle bu şiiri seçtiği son derece enteresan. Karakoç’un Diyarbakırlı bir muhafazakâr düşünür, aynı zamanda da siyasetçi olması, felsefe, şiir ve politikayı harmanlaması başlı başına ilgi çekici bir birleşim diyelim. Ancak, neden bu şiir?

“Başbakan ağladı, ağlattı”, “gözyaşları sel oldu” yorumlarıyla karşılanan, gerçekten duygusal bir aşk şiiri “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”. Elbette, “ulvi aşk” şiirin izini sürdüğü kavram, ama aslında son derece dünyevi bir aşk hâkim şiire...

“Şuuraltım patlamış bir bomba gibi/ Saçar ortalığa zamanın/ Ağaran saçın toz toprağını// Bana ne Paris’ten/ Newyork’tan Londra’dan/ Moskova’dan Pekin’den// Senin yanında/ Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı/ Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu/ Geceme gündüzüme// Gözlerin/ Lale Devrinden bir pencere/ Ellerin/ Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den/ Kucağıma dökülen/ Altın leylak”

Şiirin sırrı, zaten, “karizmatik lider”, “etkileyici bir hatip” olarak bilinen bir kişinin, bu kadar Türkiye siyaseti, dünya politikası, AKP Kongresi’yle alakasız bir aşk şiiri okuyup, gene de dinleyenlerin üzerinde müthiş sarsıcı bir tesir yapmasında. Otomatik bir düğmeye basılmış gibi, gözyaşları sel oluyor.

Büyülenmek böyle bir şey herhalde; ancak, Erdoğan’ın etkisi, Türkiye siyaseti üzerinde yarattığı bu “dünyalı sihir” ile açıklanabilir ancak. Hem “halktan biri” imgesini koruyor, hem de ulaşılmaz.

Türkiye’de, birçok siyasetçi ve siyasi yorumcuya hâkim olan, “çözerse o çözer”, “yaparsa o yapar” gibi bakış açısını, Erdoğan’ın “tek adam” şeklinde yükselişinden çok daha ilginç buluyorum.

AKP’nin, Türkiye’de siyaseti çok iyi öğrenmiş olması, pragmatik ve ideolojiler ötesi, her şekilde “ayakta kalmaya” odaklı elastik bir siyasi anlayışı temsil etmesi, bu yükselişe cevap değil.

AKP, artık gücünü aldığını savunduğu, “halk” gibi herkesi aynı kefeye koyan topyekûncu bakış açısı ötesinde, halkın da iradesini aşıp, “devlet benim” psikolojisine geçti.

“L’État, c’est moi”, yani “Devlet benim”, Fransa ve Navarra Kralı 14. Louis’ye atfediliyor. Kendini tarihe “Güneş Kral” olarak geçiren, Avrupa’nın en uzun, 72 yıl iktidarda kalan hükümdarının bu sözleri söyleyip söylemediğini biliyoruz. Ancak, ölürken, “Je m’en vais, mais l’État demeurera toujours” (Ben gidiyorum, devlet hep kalacak) dediği kayda geçmiş. Atatürk’ün, “Benim nâciz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözleri de aynı minvalde.

“Güneş Kral” imgesinin kökleri, 17. yüzyıl sonu, 18. yüzyıl başı Fransa’sından çok daha eskilere; liderlerin, tanrıların dünyadaki izdüşümü olduğu inancının yaygın olduğu, tek tanrılı dinlerin ilk ortaya çıktığı zamanlara uzanıyor.

Aslında, AKP Kongresi’nin tek “analizi” var; o da, geleneğin icadına şahit olmamız.

Burada ilginç olan, işi gücü siyaset olanların “geleneğin icadına” eleştirel bakmayıp da, “tanımlanamayan kitleler olarak”, Cumhuriyet tarihi boyunca, “bir bütün” muamelesi yapılan “halkın” tepkisel, eleştirel bir duruş sergilemesi. Yani, Erdoğan yerine, Cumhurbaşkanlığı’na, aslında siyaseten esamisi bile okunmayan Gül’ü “daha uygun” görmesi; en azından MetroPoll’un eylül sonu açıklanan kamuoyu araştırması sonuçlarına göre.

Bunun da, halkın eğiliminin, “AKP, Erdoğansız nice olur” yönünde, yani “kraldan fazla kralcı” olması değil bence sebebi. “Halk iradesi” denen şeyin başka tarifi ve tarihî kökenleri var Türkiye açısından. Bu arada, 14. Louis’in kurduğu mutlakıyetçi düzenin sonunda, 1789 Fransa Devrimi’nin geldiğini de hatırda tutalım.

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar