Murat Sevinç

‘İnsan bir şey yapmaya yapmaya kötülüğü öğrenir’
30.09.2024
168

“Nihil agendo homines male agare discunt.” (İnsan bir şey yapmaya yapmaya kötülüğü öğrenir.)

Bugün söz edeceğim kitap her bakımdan ilginç. Yazarı, bu yazıyı okuyacak herkesin haberdar olduğunu tahmin ettiğim, anayasa hukukçusu, Prof. Kemal Gözler. Kitabın ilk baskısı 2021’deydi, bu yıl bazı eklerle yeniden yayınlandı (Kırmızı Kedi). Kurbağa Manastırı (Abbatia Ranae)’nın yazarı, 13. yüzyıl civarında yaşamış bir rahip olan Perfectus Belaslatinas. Böyle yazıyor kitabın girişinde.

 

Prof. Kemal Gözler

Peki, gerçekte böyle biri ve kitap var mı? Kemal hoca, son çeyrek yüzyılın Türkiyesini, üniversite özelinde olup bitenleri, yüzyıllar öncesinde Ortaçağ manastır düzeninde yaşanmışçasına (Latinceyi de kullanarak) kurgulamış ve takdir edilesi bir ‘yaratıcılıkla’ ortaya okuması zevkli ve kuşkusuz ‘manidar’ bir kitap çıkmış. Anlatılan, bizim kuşak bakımından üniversitenin son yılları; buna mukabil, öyle bir hikayê ki, Perfectus Belaslatinas’ınki okuyan herkes kendi kurumundan ve tanıklıklarından söz edildiğini düşünebilir. Bu da insana, ülkede her şeyin benzer yöntemlerle yozlaştırıldığını bir kez daha hatırlatıyor.

Kitap ilk yayınlandığında, Mülkiye’de ‘Kürsü’ arkadaşım Dinçer Demirkent, Gazete Duvar’da bir yazı kaleme almıştı. Demirkent’in yazısından birkaç satır: ”Prof. Dr. Kemal Gözler’in ya da Perfectus Belaslatinas’ın eseri, bizim kuşağımızın üniversitesinin siyasal iktidarın aparatı olma öyküsünü anlatıyor. Müthiş kurgu ve alegorilerle, önce bugünü ortaçağa tercüme eden ardından da ortaçağ metninin ruhunu koruyan bir tercümeyi sunan bir sanat yapıtı okuyucuya sunulan. Kurbağa Manastırı, Latincesi ile Abbatia Ranae, Türkiye’nin son yirmi yılında yaşanan üniversiter yıkımı ele alıyor. Biçimdeki yaratıcılığa hayran kalmamak elde değil. İçerik bakımından da üniversitenin hükümetin aparatı haline nasıl geldiğinin özlü bir öyküsünü aktarıyor.”

Perfectus Belaslatinas, sözünü hiç esirgemeyen bir müellif (!), manastırını, orada yaşanan değişimi, yozlaşma ve çöküntüyü tüm açıklığıyla anlatmış. Saygın kurumlar nasıl iktidar hâkimiyetine geçer ve o kurumlar nitelikli birer ‘kurum’ olma vasfını hangi aşamaların sonunda kaybeder? Kurumlar kurum olmaktan çıkarken, kişiler ne yapmaktadır? Sessizlik… Suskunluk… Kendi çıkarını kollama… Bir insanın, parçası olduğu topluluğun geri kalanını umursamadan konumunu koruyabileceğini sanması… Öngörüsüzlük, belki aymazlık. Ülke herkesin malumu,geçelim. Üniversitelerde yirmi küsur yılda olup bitenler, tanıklığımızda gerçekleşti ve Kurbağa Manastırı, Ortaçağ alegorisiyle cümlemizin ‘manastırlarda’ yaşadığını en çıplak haliyle betimliyor.

Perfectus Belaslatinas, yıkımın ilk adımlarını anlatıyor, biraz uzunca bir alıntı: “...manastırlarımızın üzerine bir karanlık çöktü. Pek çok rahip hakkında inquisitio (soruşturma) açıldı. Bazı rahipler haeresis (sapkınlık) ile suçlandılar ve excommunicatio (afaroz)’ya uğradılar. Decretum pontificale extra ordinem’ler (fevkalade pontifikal kararname) ile yüzlerce rahip hakkında expulsio (ihraç) kararı alındı… Tutuklanan ve hapse atılan kardeşlerimiz de oldu…bazı rahipler de… Manastırlarından kendi istekleriyle ayrıldılar. Bazıları başka ordo’ların (manastırların bir aradalığıyla oluşan yapı) manastırlarına sığındılar. Kalanlar ise kendi hücrelerine çekildiler; hücrelerinde dahi yüksek sesle konuşmaktan korktular. Korku ikiz kardeşimiz oldu. Korkunun gelmesiyle özgürlük yok olup gitti.”

Bu başlangıcın sizlere pek tanıdık göründüğünü tahmin ediyorum. Sessizlik, çaresizlik ve güçsüzlük hissi, peşi sıra ‘umutsuzluk.’

Peki, rahipler hangi yöntemlerle korkutuldu? Yıldırmayla… Sonu gelmeyen soruşturmalarla, ‘quaestio ecclesiastica’ (disiplin soruşturması, sayılır). İhraçlarla (expulsio)… Kriminalize etme yoluyla (criminatio)…Korku, bir salgın gibi yayıldı ve “Neticede korkunun kendisi, korkulan şeyden daha korkutucu hale geldi.

Yazar, can alıcı soruyor burada: “Neden karanlığın gelişine karşı mücadele edemedik? Neden böylesine kolayca teslim olduk?” Neden? Acaba, köklü manastırlarımıza fazla mı güvendik, ya da fazla mı korktuk? Pek sofistike insanlar olduğumuz zannıyla potestas ordinis ile ‘mücadeleyi’ küçük mü gördük? Mücadele etmeye niyetlendiğimizde, galiba çok geç kalmıştı manastırdakiler: “Oysa bizler bütün ömrümüzü manastırlarda geçirmiş insanlarız. Manastırlar bize sığınak olmuştu. Biz hep manastırlarımızın kalın duvarlarının bizi koruyacağını sanmıştık. Meğerse yanılmışız… Bizi korumaya sadece manastırlarımızın kalın duvarları değil, giydiğimiz büyük siyah cüppeler de yetmedi…”

Birkaç kitap üzerinden anlatılıyor manastırların gerilemesi ve yıkılışı. ‘Karanlığın çöküşünü’‘manastırlar üzerinde egemenlik kurulması’ aşaması, ‘manastırların potestas ordinisin egemenliği altına girişi aşamaları. Ve bazı rastlantıların da etkisiyle ayakta kalabilmiş ‘son manastır’ (Abbatia Ultima). Her aşamada anlatılan tüm iktidar taktikleri fazlasıyla tanıdık; öyle ki, insanın, anlatılanların 14. yüzyıl manastır düzeninde değil de 2000’ler sonrası Türkiye’de yaşandığını düşünesi geliyor! Manastırlara niteliksizlerin alınması, bazı manastırların ikiye bölünmesi, taşrada açılan manastırlar ve ‘rahip yetersizliği’, bazı imtiyazlı manastırların peydah oluşu ve fakat türlü nimetlerden yararlandırılan bu imtiyazlı manastırların scientia (bilim) ile ars’ta (sanat) gelişme sağlayamamaları… Bazı manastırlara ‘mancınıkla’ (catapulta) rahip atanması!

Yazar burada son derece hüzün verici bir tespit yapıyor: “Bizi bu catapultarius’lardan daha çok üzen ve doğrusunu isterseniz şaşırtan şey ise şu oldu: Kendi içimizde meğerse potestas’a (iktidar) aç ne kadar da çok rahip kardeşimiz varmış! Bunların iktidar açlıkları bir türlü doymak bilmedi. Üstelik bu rahip kardeşlerimizin neredeyse hepsi, gençliklerinde manastırlarımızdaki en zayıf, en kifayetsiz inceptor’ları (rahipler sınıfına yeni kabul edilmiş kişi) idi.” Yazar, iktidar hizmetine girenlerin yaşadığı muhtelif sendromları büyük bir isabetle anlatmış; örneğin, ‘syndroma ultımum gradus scale’, yani, ‘merdivenin son basamağı‘ sendromu. Hızla yükselen, hiçbir engele takılmayan ve artık çıkacak bir basamak kalmadığında gözünü ‘komşu merdivene’ diken rahiplerin trajedisi.

Yazar, Üçüncü Kitap’ında, manastırların aparatlaşma sürecinin nasıl tamamlandığını, ‘dört aşamalı planı’ hikâyeleştirerek anlatıyor. İlkinde, doğrudan bir müdahaleye ihtiyaç duymadan etki altına alma; ikincisinde, manastır üyeleri seçmese de onların kabul edebileceği başrahipleri atama; üçüncüsünde, potestas ordinis ile açıkça aynı eğilimi paylaşan başrahip atanması ve son aşamada, tümüyle bağımlı başrahiplerin manastırların başına getirilmesi. Bu aşamada artık ortada gerçek bir manastır kalmamıştı ve artık her şeyin ölçüsü potestas ordinis idi.

Her nasılsa ayakta kalan Son Manastır, Dördüncü Kitap’ın konusu; uzatmayayım, onun başına gelenleri (umalım ki yazarın tahmininin aksine bir sonuç olsun) siz okursunuz nasıl olsa.

Yazar, Horatius’tan esinle, “Quid non credis? Mutato nomine ac tempore et de te fabula narratur” diyerek bitirmiş kitabını. “Ne gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin hikâyendir.”

Evet, manastırlar çökerken yaşananlar, herkesin, hepimizin gözünün önünde gerçekleşti. İnsanı çileden çıkaran bir sessizlik, aymazlık ve işbirlikçilik eşliğinde.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar