Murat Sevinç
Artık üniversitede olmayan, oranın bilim ışığından, misyon ve vizyonundan mahrum kalmış bir akademisyen eskisi sıfatıyla bu konularla ilgilenmek için gerekçem yok aslında ama dayanamıyor işte insan!
İlk 500 üniversite arasına girmenin, ‘seçkin’ üniversite yönetimlerince ‘prestij konusu haline’ getirilmesinin temel gerekçesi, üniversite yönetimlerinin saçma üniversite anlayışlarıdır. Bir de tabii ‘seçkinlik’ hevesleri.
Türkiye iki yıl boyunca OHAL ile yönetildi ve hiçbir seçkin üniversite doğru dürüst bir OHAL konferansı yapmadı. Neden? Çünkü seçkinler! Yüksek bilim yapıyorlardı o esnada. Öylesine daldılar ki bilimin gözleri kamaştıran ışığına, OHAL’de olduğumuzu dahi fark etmediler. Neden? Çünkü seçkinler!
Okuyacağınız yazı, söz konusu kurumların ‘ilk 500 tutkusu’konusundaki heves ve ısrarı ve tabii söz konusu idarecilerin, kurumlarında çalışan yetenekli ve hevesli akademisyenleri tüketmek için harcadıkları çabanın içeriği üzerine.
Türkiye riya tarihinin en cazip başlıklarından biridir üniversiteler. Bu kapsamda son zamanların en tartışmalı konularından biriyse ilk 500 arasına girme sohbetleri.
Ne demek ilk 500? Ve neden tartışan herkes o ilk 500’e girmenin üstün değeri konusunda hemfikir?
Kerameti kendinden menkul bazı uluslararası kuruluşlar var. Bunlar çeşitli ölçütleri göz önünde bulundurarak binlerce üniversiteyi inceliyor ve aralarında bir sıralama yapıyor. Kullandıkları ölçütlerin akademik değerleri tartışmalı hatta bir kısmı açıkça gülünç. Yine üniversiteleri alt alta dizerken yararlanılan çeşitli endeksler söz konusu (sci, ssci, ahci vs.) ve bu endeksler içinde yer alan dergilerde yayın yapıldığında sıralamadaki yeriniz de belirleniyor. Endekslere giren dergilerin büyük çoğunluğu İngilizce. Başkaca dillerde yayın yaparak girmek de mümkün ancak İngilizcenin büyük hakimiyeti tartışılmaz.
Bir kez bu sistemin üstünlüğü ve vazgeçilmezliği kabul edildiği andan itibaren seçkin olma yarışındaki üniversite idareleri ile akademisyenler arasında özünde ‘bilim’ ve ‘akademi’ ile ilgisi olmayan bir mücadele başlıyor. Bakmayın ‘mücadele’ dediğime, ‘idarecilerin akademisyene eziyeti’ daha doğru adlandırma aslında. Bu eziyet sonunda daha ‘nitelikli’ değil, daha ‘sahtekârca’ ve akademik etkinliği tüketen sonuçlara ve tabii bir de müthiş kâr getiren akademik pazarın doğmasına neden oluyor.
Hikâyeyi biraz baştan alacağım:
Halihazırdaki akademiden ve seçkin kurumlardan önce de bir yaşam vardı Türkiye’de! Ben, benden öncekini halihazırda vefat etmiş ya da emekli olmuş akademisyenlerden öğrendim, dinledim ve okudum. Çok mu matahtı önceki akademik anlayış ve üniversite? Eleştirilecek şeyler elbette vardı. Buna mukabil, bugünle karşılaştırılamayacak iyilikleri de mevcuttu. Hiç olmazsa ‘başka’ bir şeydi. Ya da o ‘başka bir şeye’ de izin veriliyordu.
Farklı ekoller olan akademinin, sanırım Kıta Avrupası ismiyle çağrılmasının yanlış olmayacağı geleneğinde yetişmiş akademisyenlerin öğrencisi ve asistanı oldum. Diğer ekollerden farklı olarak ‘kürsü geleneği’ içinde büyüdüm. Bu geleneğin ne olduğunu, ne anlama geldiğini başka yazılarda anlatacağım. Burada derdim farklı eğilimlerin var olabildiği bir dönemin‘varlığını’ hatırlatmak.
Bize, örneğin ‘asistanlığın’ akademinin ‘fidanlığı’ olduğu öğretildi. 12 Eylül’de adı araştırma görevlisi yapılan asistanlık. O fidanlığın özgür düşünebilmesi ve çalışabilmesi için gerekli koşulları yaratmanın değeri belletildi. Son derece disiplinli, zaman zaman canıma okuyan (olumlu anlamda) hocaların asistanlığını yaptım kürsümde. Buna mukabil o kürsüde bir gün olsun ‘düşünceme’ müdahale edilmedi ve bana kendi işim dışında bir iş yüklenmedi. Nasıl çalışılacağı, nasıl yazılacağı, nasıl araştırma yapılacağı öğretildi. Ne düşünmem gerektiği değil. Hiç bir yazı ‘konuma’ müdahale edilmedi.
O akademinin bir başka büyük katkısı, bize ‘bilimin dili olmayacağını’ kavratmasıydı. Önemli olan hangi dilde yazıldığı değil, ne yazıldığıydı. Yazının ve düşüncenin niteliği. Bir katkı sunup sunmadığı. Bir derdi olup olmadığı.
1990’ların sonunda endeks çılgınlığı başladı. Özel üniversitelerin çoğalmasıyla ve onların ders/yayın dilleriyle de ilişkisi var bu durumun. Bir yandan vakıflar, diğer yandan çoğu seçim vaadi olan ve her ilde pıtrak gibi çoğalan devlet üniversiteleri. Hepsinin tepesinde YÖK!
Seçkin olma iddiasındaki üniversiteler arka arkaya yabancı dilde yayın ölçütleri belirledi. Bir kısmı, neredeyse yalnızca yabancı dildeki yayını ‘yayın’ kabul ediyordu. Matrak değil mi? Çoğunluğu milliyetçi olanlar, kendi ülkelerinde bir üniversitede yükselmek için ‘yalnızca’ İngilizce yayınlara itibar eder oldular. Zaten milliyetçi ideoloji tam da böyle bir şeydir aslında ama konu bu değil şimdi!
Eski fakültemdeki bir toplantıyı anlatmak isterim, akademinin ve yöneticilerin düzeyini anlayabilmeniz için:
Üniversitede akşam üstü açık kalan yönetici sabah yönetmelik değişikliği yapar. 2000’lerin başında Nusret Aras rektörken, bir ara yabancı dilde yayını yükselmelerde ‘zorunlu koşul’ haline getirdi. Öyle endeks filan da değil, ‘yabancı dilde yayın.’ Ne yazarsan yaz, yeter ki yabancı dilde yaz! Değerli okur, eğer bir üniversitenin yöneticileri tıpçı (ya da mühendis) ise, onlara laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan çok daha zordur. Tıpçıların (ve mühendislerin) ‘yayın’ ya da ‘yabancı dilde yayın’ anlayışı sosyal bilimcilerden farklı doğal olarak. Üç beş isimli, üç beş sayfalık vaka incelemelerini yayınlar örneğin hekimler ve yabancı dilde yayının her alanda böyle bir şey olabileceğine iman ederler. Onlara bizim dünyamızda ‘sekiz isimli üç sayfalık makale’ gibi bir mefhum olmadığını anlatmak neredeyse imkansızdır.
Tabii o dönemin yönetimi böyle bir ölçütü ‘zorunlu’ hale getirince, bizler (çoğu SBF’den) karşı çıktık ve üniversitenin ortak yazışma sitesinde bir e-posta tartışması koptu. Yabancı dilde yayının zorunlu koşul olamayacağı, bunun bilimle ilgisi olmadığını anlatmaya çalıştık. Ve genellikle olduğu gibi dalkavuk ve aptalların hakaretlerine maruz kaldık. Yine, Türkçe dil kurallarından habersiz milliyetçi hocalar İngilizce yayın zorunluluğu için canhıraş mücadele veriyordu bizimle! Bir de işin matrak yanı, tartışma konusu ne olursa olsun sonunda bizim vatan haini olduğumuz kanaatine varıyorlardı! İnanın, üniversiteden atılmanın bir iyi yanı varsa eğer o da bu iki ayaklıların adını artık duymamak olabilir.
Sonunda rektör ve yardımcısı SBF’ye toplantıya geldi. Önce rektörün akrabası filan sandığım adamın rektör yardımcısı İbiş olduğunu sonradan anladım. Ah unutmadan, o dönemler üniversitede türban yasakları var, öğrenciler kapıda peruk takıyor ve bu yönetim de yasakların yılmaz uygulayıcısı! Devir işte…
Toplantıda burada adını vermeyeceğim (ama sizlerin de yakından tanıdığınız) akademinin saygın hocaları tıpçı rektöre kararının yanlışlığını anlatmaya çalıştı. Alanının (uluslararası tanınırlığı da olan) o meşhur isimleri bilimin dili olmayacağını, böyle bir ‘zorunlu’ koşulun küçük düşürdüğünü, gerekli olan yabancı dilde yayınların bu yöntemlerle teşvik edilemeyeceğini, başka yollar bulunması gerektiğini anlattılar. Rektör herkesi dinledikten sonra ne dedi biliyor musunuz:
“Hocalarım, iyi hoş da, iki satır da İngilizce yazsanız ne olur ki!”
Anlatabiliyor muyum durumun vahametini.
Tabii genellikle olduğu gibi dava açtık ve genellikle olduğu gibi kazanamadık vesaire… Bir süre sonra ölçüt zorunlu olmaktan çıkarıldı.
Saçma, akıl dışı talepler, niteliği değil sahtekârlığı teşvik eder. O dönem Ankara Üniversitesi’nde kadro almak için yapılan yabancı dilde yayınlar keşke bir gün bir çalışmanın konusu yapılsa. Örneğin arkadaşlarımızın soruşturmacısı olan bir hukukçu (ödül olarak) yabancı dilde doktora tezini yabancı dilde yayın kategorisinde kabul ettirip profesör oldu. Anormal birtakım internet dergileri yayınlanmaya başlandı. O dergilerde yayınlanan beş para etmez makaleler ile kadrolar alındı. Olup bitenin akademi ile, bilim ile, nitelik arayışı ile hiç ilgisi yoktu. Dostlar alışverişte gördü.
Bir sonraki yazıda ‘ilk 500’ tutkusuna devam edeceğim.
Yazının başlığı herhalde anlaşılmıştır!
Karl Marx elinde Kapital ciltleri ile bizim seçkin kurumlarımızdan birine kadro başvurusunda bulunsaydı ne olurdu sizce?
Önce “Hele bir İngilizceye çevir”, ardından “Yalnız, Kapital’den türetilmiş en az iki İngilizce makale gerekli” derlerdi. Dosyada başka bir yayın olup olmadığını sorarlardı. Marx diğer yayınlarını gösterse, Engel’in adı ilk sırada mı yoksa ikinci sırada mı, ölçütü üzerine konuşulurdu. Jüriye gönderirlerdi. Jüri “Hep aynı konular çevresinde yazmış” derdi. Endeks taraması yapılırdı. Puanları toplanırdı. Ya yetersiz yayından reddedilirdi ya da kabul edilse bile hocalığa başladıktan bir süre sonra ‘ideolojik yönelimleri’nedeniyle öğrenci ihbarıyla hakkında soruşturma açılırdı.
Neden? Çünkü seçkiniz…
Zorunlu açıklama: Değerli okur, benim herhangi bir sosyal medya hesabım yok.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
1.06.2025
18.05.2025
10.05.2025
1.05.2025
22.04.2025
24.03.2025
20.03.2025
18.02.2025
13.02.2025
10.02.2025