Murat Sevinç

Türkiyelilik, Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı…
11.01.2021
981

 Hükümet sistemleri ve sistemin demokratikleşmesi yazılarına devam…

Bu yazıdan itibaren, Türkiye’de her anayasa tartışmasında kavga konusu olan, köken itibariyle ‘siyasi’ ancak görünürde ‘anayasal‘ bazı ‘hararetli’ konulara değineceğim. Elden geldiğince, az çok bildiğim bazı demokratik sistemlerdeki kural ve uygulamalardan örnekler vererek.

Bugünün konusu, ‘yurttaşlık’ tanımı bağlamında çokça ithama neden olan Türkiyelilik, Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı adlandırmalarına ilişkin kavganın ‘köken’ine dair birkaç satır.

Başlarken: Bir yurttaş, anayasadaki ‘yurttaşlık tanımı’na ilişkin farklı adlandırmaları tercih edebilir, birinin diğerinden daha doğru olduğunu savunabilir. Biri tercih edildiğinde, etmeyen diğerleri yurttaşlıktan çıkmıyor nihayetinde! Kişisel olarak, anayasalardaki bazı sözcüklere gereğinden fazla önem verildiği, asıl sorunun o sözcüklerin dışında olduğu kanısındayım. Bir sözcüğün/kavramın/hükmün tercih edilmesi boşuna değildir kuşkusuz. Ancak çoğu zaman daha önemli olan, onun nasıl algılandığı, yorumlandığı ve uygulandığı. 

Hal böyleyken, zaman zaman gündeme gelen ‘yurttaşlık tanımı’ açmazının, 1961 ve 1982 Anayasaları’nın ‘yurttaşlık’ tanımlarında yer alan ‘Türktür’ ifadesinden ziyade, Türkiye’nin cılız demokrasisinde eşit yurttaşlığın yaratılamamış olmasından kaynaklandığını savunuyorum. Buradaki eşitlik ile, ‘maddi’ ve ‘manevi’ eşitliği kastediyorum. 

Her anayasa tartışması başladığında, genellikle çoğunluk tepkisiyle karşılaşan bir kesim, ‘Türkiyeli’ ya da ‘Türkiye Cumhuriyeti’ kavramlarını dile getirir, önerir. Uygar bir toplumda her öneri konuşulabilmeli. Buna mukabil Türkiye’de ve Türkiye anayasacılığında ‘Türkiyelilik’ kavramının kabul görmeyeceğini ya da kolaylıkla benimsenmeyeceğini, ancak eğer anayasada ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı’ ifadesi yer alırsa ‘ferahlatıcı’ olacağını tahmin ediyorum. Eğer bir ‘ferahlık’ aranıyorsa kuşkusuz.

Şunu da söylemek gerek: Biri, ‘Türkiyeli’ adlandırmasını kabul etmese de, ‘hayretle karşılanması’, ‘dalga geçilmesi’, ‘küçümsenmesi’ çok garip. Yeni bir şeymiş, birileri dün uydurmuş gibi davranılmasını anlamak güç.

Oysa ‘Türkiyeli’ adlandırması 1920’lerde gündeme geldiği gibi, yurttaşlık meselesi sonraki anayasa yapım süreçlerinde de tartışılmıştır. Ezcümle, küçümseme heveslilerinin sandığı kadar gülünç bir konu ve sözcük değil aslında. 1924 Anayası’nın yapımında çok konuşulmuş, hatta Mustafa Kemal de kullanmıştır. Bir sonraki yazı bu öneri ve  tartışmalar üzerine olacak.

Peki anayasalardaki yurttaşlık tanımı toprağımızda neden bir ‘sorun’ haline geldi? Kökeni nedir?

Türkiye Cumhuriyeti, çok kimlikli bir imparatorluk bakiyesi. Osmanlı’da kimlik sorunu, 18’inci yüzyıl sonlarından, milliyetçiliğin (Fransız Devrimi sonrasında) hızla yayılmasıyla başlıyor ve temel kaygı, Taner (Timur) Hoca’nın ifadesiyle, ‘Osmanlı düzeni‘nin varlığını devam ettirebilmekte karşılaşılan ciddi sorunlarla ilgili.

Laikleşme yazılarının birinde, II. Mahmut’un kapsayıcı ‘Osmanlı tebası’ tanımını yazmıştım. Nitekim ilk anayasa 1876 Kanun-ı Esasi’de de benzer bir Osmanlılık tanımlanıyordu: “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi bir mezhepten olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal (edinme) ve izale (kaybetme) edilir.” (Madde 8) Müslüman olmayan cemaatler ise malumunuz ‘millet sistemine’ dahildi. Buradaki millet, bugün kullanıldığı gibi ‘ulus’ değil, Hrıstiyan ve Musevi topluluklar için ‘dini cemaat’ anlamında kullanılan bir terim.

‘Türklük’ kavramı imparatorluğun ‘dağılma’ sürecinde (özellikle Osmanlı’nın büyük travması Balkan Savaşları sonrasında) yüksek sesle gündeme geldi. Yine Taner Timur’a (“Osmanlı Kimliği”) başvurayım: “Osmanlı son döneminde aldığı biçimiyle Türkçülük, Türk tarihine de yanlış bir yaklaşım getirmiştir. Türklerin tarihte ulaştıkları en uygar seviye, beğenelim veya beğenmeyelim, 16-18’inci. yüzyıllar arası Osmanlı Devleti olduğu halde, gözler eski Türk tarihine çevrilmiş ve saf bir Türk uygarlığı aranmaya başlamıştır. Bir kısım Batı ideologlarının cevabı bile gerektirmeyecek ırkçı yargıları ciddiye alınmış ve bunların çürütülmesi için kalemler seferber olmuştur.”

Savaşlar ve toprak kayıpları sonrasında İmparatorluğun elde kalan unsurları Türkler ve Kürtler, ikisinin bir ortak paydası din idi. ‘Laikleşme’ yazılarında, 1910’lardan itibaren özellikle Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimlerin kimlik tanımı çabalarında Türklük ve İslâmlığı farklı ölçülerde kaynaştırmaya çalıştığını hatırlatmıştım. Daha önce önerdiğim ve bu yazıda alıntılar yapacağım Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” çalışması ‘Sünni-Türk’ harcın hikâyesini gayet güzel anlatıyor.

Burada önemli olan ‘yurttaşlık tanımı’ sorununu, 1920’lerin koşullarında ‘ulus devlet’ yaratma tercihinin (ya da zorunluluğunun!) bir sonucu olduğunu kabul ederek tartışabilmek. Ulus devlet, ancak imparatorluğun etnik-dini çeşitliliğinin hâkim unsurlarının öne çıkıp diğerlerini ‘içerebildiği’ ve ‘baskılayabildiği’ ölçüde var olabilirdi. Demek ki çok kimlikli Osmanlılıktan tek kimlikli ‘ulus devlet’ ve beraberinde ‘üniter devlet’e geçişle bunun beklenebilir sonuçlarından söz ediyoruz. ‘Ulus devlet’, ‘ulusal devlet’ ve ‘üniter devlet’ kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bu konuya daha sonra geleceğim. 

Barış Ünlü, 19’uncu yüzyıldan itibaren ‘Müslüman-Türk’ kimliğinin oluşumunu ve Cumhuriyet’in büyük ölçüde bu ‘sözleşme’nin kabulü üzerine kurulduğunu anlattığı çalışmasında, ‘Türklük sözleşmesi’ adını verdiği hem zımni hem açık ‘kabul’ün önemli an ve aşamalarına değiniyor.

II. Abdülhamit döneminin ‘Müslümanlık’ sözleşmesi, başta 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı olmak üzere toprak kayıplarının (Barış Ünlü’nün deyişiyle) ‘Müslümanların duyguları’nı (öfke, hınç, korku…) ortaya çıkarışı (ya da görünür hale getirişi), Sultan’ın’ın söz konusu öfkeyi siyasi projesinde kararlılıkla kullanışı; Ermeni (milliyetçiliği) korkusu yaşayan (özellikle Sünni) Kürtler’in durumunu iyi çözümleyip ‘Hamidiye Alayları’nı (Sünni Kürtler) kurması ve bu sayede 1890’lardan itibaren Ermeni arazilerine el konulmaya başlanması; Abdülhamit’in (anılarında) yabancı dinden olanları ‘kendi etimize batan kıymık’ olarak adlandırması ve sonrasında İT (İttihat ve Terakki) devrinde yaşananlar, yıllar sonra kurulacak Cumhuriyet’in temelinde yer alacak ‘Sünni-Türk’ yurttaşlığın öncülleri.

İT yıllarının uygulamaları bir örnek değil, çünkü zamanla farklı kadroların hâkimiyeti söz konusu. Örneğin ‘Türkçülük’ 1900’lerin ilk yıllarında başlasa ve Yusuf Akçura ‘Üç Tarz-ı Siyaset’i 1904’te yayınlamış, Ünlü’nün ifadesiyle bu süreçte ‘kültürel bir girişim siyasi bir projeye dönüşmüş’ olsa da, asıl ‘uyanış’ın Balkan Savaşları ardından görünür olduğunu söylemek mümkün.

Burada bir başka esere başvurmak iyi olur. O dönemi ve ‘Türklüğün keşfi’ni anlatan kitaplar, özyaşam öyküleri var. En sevdiğim ise Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Suyu Arayan Adam’ı. (Remzi, 1993.)

Aydemir’in, Türklüğü keşfetmesi sürecine ilişkin satırları çok önemli ve etkileyici. Bir kuşağın duygularını, Balkan Savaşları sonrasında yaşanan büyük hayal kırıklığını ve yeni bir kimlik inşasını kitabının ‘Bir İmparatorluk Masalı’ başlığı altında çarpıcı biçimde anlatıyor. Okuduğu mekteplerde zihnine yerleşen ‘büyük ve cihangir millet’ düşüncesini aktardığı bölüm şu cümlelerle bitiyor:

“Nihayet bir gün Balkan Harbi patlayıp da İmparatorluk orduları, o zamana kadar, öylesine hakir görülen Balkan orduları önünde bütün Osmanlı Avrupası’nı bırakınca, artık her şey belli oldu. Bu yıkılış, artık, sadece bir devletin mağlubiyeti değildi. Mesnetsiz bir hayalin sona erişiydi. Bir ruhun, bir zihniyetin tamamen çöküşüydü. Bir masal, bir imparatorluk masalı sona eriyordu. Meğer bizim saltanat zannettiğimiz şey, sadece bir gaflet uykusuymuş. Bir devlet ve bir zihniyet olarak imparatorluk, daha Cihan Harbinden önce ve Balkan yenilgisiyle zaten sona ermiş oluyordu.”

Aydemir, ‘Ergenekon’ başlığı altındaysa yeni kimliğini nasıl bulduğunu anlatıyor: “Gerçi biz evvelce de Türktük. Fakat kendimize Türk diyemezdik. Türk sözü, birçok ırkları, kavimleri birleştiren bir imparatorlukta, bir kavmin diğerleri üzerinde tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye düşünülüyordu… Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize sadece: Osmanlı! der geçerdik. Reddedilen, inkâr edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı. Umumi kanaate göre Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlıktı.” 

Aydemir sonrasında bu ‘kompleks‘ten nasıl sıyrıldıklarını, kendi kuşaklarının bir ülküye gereksinim duyduğunu, ‘Turancılığın’ ise sığınak ihtiyacına karşılık geldiğini ve ‘Ergenekon’ efsanesinin kendisinde yeni duygular yaratıp bir vaha gibi göründüğünü belirtiyor. Onun cümlesiyle; “Osmanlı olmadan önce Türktük.” Dolayısıyla, bir manevi gıda arayışı var ve Türklük o gıdayı sağlıyor.

Barış Ünlü’nün çalışmasından yararlanarak devam…

İT’nin ‘Osmanlıcılık’ ile ‘Türkçülük’ arasında gidip geldiği, özellikle iki doktorun, Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım gibi ‘eylemciler’in partide öne çıkmasıyla Türkçülük çizgisinin güç kazandığı; Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin gibi isimlerin giderek hareketin liderliğinden uzaklaştırıldığı yıllar. Ancak 1908-1912 arasında resmî ideoloji yine de Osmanlıcılık: “İttihatçılar temel kaygıları olan devletin toprak bütünlüğünü korumak, yani toprağın daha da küçülmesini önlemek için Osmanlıcılığa son bir şans verilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Nüfusun hâlâ büyük bir bölümünü oluşturan Gayrimüslim ve hatta Arnavutlar gibi Müslüman halklar, ancak din ve dil farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı vatandaşlarının eşit olduğu bir Osmanlıcı çerçeve içerisinde ayrılıkçı politikalarından vazgeçip imparatorluk dahilinde kalmaya ikna edilebilirlerdi.” 

Ayrıca İT, Abdülhamit devrinde eziyet gören Ermenilerin desteğini almaya da önem vermişti. Ancak kabul etmek gerekir ki Osmanlılık ısrarının Müslüman alt-orta sınıflar ve taşrasında pek bir karşılığı yok. Osmanlı’nın (özellikle İT liderlerinin) ‘anavatan‘ı kabul ettiği toprakların kalıntılarının da kaybedildiği Balkan Savaşları’yla, bu siyaset tümüyle terk ediliyor. Meşhur bir söz var: Balkan Savaşlarına Osmanlı olarak gidip Türk olarak döndüler. Büyük bir kırılma anı.

Kaybedilen toprağın değerini anlayabilmek için Donald Quataert’in ‘Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922’ (İletişim, çeviren Ayşe Berktay, 2002) kitabındaki şu satırlara bakalım: “1850’lerde Rumeli, Osmanlı toplam nüfusunun hemen hemen yarısını barındırmaktaydı. 1906’da ise Balkanlar’ın Osmanlıların elinde bulunan sınırlı büyüklükteki bölümünde, hâlâ Osmanlı toplam nüfusunun tam tamına dörtte biri yaşamaktaydı. Demografik bakımından hayati önem taşıyan Balkanlar’ın kaybı, Osmanlı ekonomisi ve devleti için korkunç bir darbe oldu.” Anlayacağınız, tek sorun psikolojik travma değildi.

Balkan Savaşı kaybı, Türkçü ideologların avantajı haline geldi. Osmanlıcığın ölümünü ilan ettiler. Dönemin Türkçülük anlayışının ve Türkçü uyanışın niteliklerinin kavranabilmesi için ‘Türk Yurdu’ dergisinde yazan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı ve Hamdullah Suphi gibi isimlerin okunmasında yarar var.

İttihatçıların Alman işbirliğiyle, özellikle Rusya destekli Ermeni isyanlarının-çetelerinin önünü alma gerekçesiyle, olup bitenle ilgisiz yüz binlerce Ermeni’yi ‘tehcir’le toprağından koparması, yerinden yurdundan edip hiç sürpriz olmayan biçimde bile isteye ölüme yollaması; kuşkusuz yalnızca mülkiyetin el değiştirmesi bakımından değil, sonraki ‘kimlik’ tartışmaları ve İmparatorluktan arta kalanı devralıp enkaz üzerine yeni bir Cumhuriyet kuranların yurttaşlık siyaseti bakımından son derece önemli bir dönüm noktası.

Türkiye’de Gayrimüslimlere, özellikle Ermeni yurttaşa yönelik hıncın şu tarihte dahi devam ediyor oluşu ise kuşkusuz eğitim sisteminin ve ‘hafızasızlaştırma’ siyasetinin başarısı. 

‘Hafıza’ demişken… Yazının başlığında atıf yaptığım ve ulus/milliyetçilik konusunda çalışanların ilk kaynaklarından Ernest Renan’ın ‘Ulus Nedir?’ (Pinhan, çeviren Gökçe Yavaş, 2016) başlıklı meşhur konferansı, herkesin malumu. 11 Mart 1882’de Sorbonne’daki konuşmasında, ‘unutmak’ hakkında şunları söylüyor Renan: 

“Unutmak, hatta tarihsel hata da diyebilirim, bir ulusun yaratılmasında çok önemli bir etkendir ve bu nedenle tarih araştırmalarındaki ilerlemeler genelde ulus için tehlikelidir. Tarih araştırmaları gerçekten de tüm siyasi oluşumların başlangıcında yaşanan şiddet olaylarını aydınlatır, tabii sonuçları bakımından çok yararlı olanlar da dahil.”

Sünni-Türklüğün her zaman ayrıcalıklı bir konum ve muteber yurttaş kabul edilmek için zımni ön koşul olduğunu görmek ve günümüzde de sonsuz sayıda örnekle anlatmak, hiç zor değil. İlgilenecek olanlara Füsun Üstel’in ‘Makbul Vatandaş’ın Peşinde – II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi’ (İletişim, 2004) adlı kitabını öneririm.  

1924 Anayasası’nın meclis görüşmelerinde yurttaşlık tanımı, özellikle ‘Ermeni uyruk’ bağlamında tartışılmıştı. Anayasalardaki sözcükler bu toprakların tüm günah ve sevaplarının tarihinden çıktı. Yüzyıldır ‘anayasa sorunu’ başlığıyla tartıştığımız sözcükler. Sözcüklerin tarihi konuşulmadığında, geriye çözülemeyen sorunlar kalıyor ve konuşulmadığı sürece çözülmeyecek. Böyle bir ihtimal yok.

Devam edecek…

Video önerisi: Ulaş Bayraktar’ın kent sohbetlerini kaçırmayın. Simitçilerin, seyyar satıcıları ve delilerin rehberliğinde kent.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar