Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün
Süleyman Seyfi Öğün
Yeni Şafak Tüm Yazıları
Avrupa ve Asya denkleminde Türkiye
28.11.2016
1692

 1999 Marmara Deprem felâketinden sonra milletçe deprem mühendisi kesildik. Bu “millî uzmanlığın” sebebi, o güne kadar yazdıklarına ve söylediklerine fazlaca ehemmiyet vermediğimiz çok sayıda uzman TV'lerin başköşesine misâfir olmaya başlaması ve bilgilerini bizlerle paylaşmaya başlamasıydı. 


O günlerdeydi; uzmanlardan birisi yerküredeki fay hatlarının bir haritası üzerinden konuşuyordu. Asya'da başlayıp, kuzeyli, güneyli hatlar hâlinde kıt'ayı kateden ve Anadolu'daki bildiğimiz fay hatlarını besleyen büyük bir haritaydı bu. Bende tuhaf bir etki yarattı. Tuhaflık şuradan ileri geliyordu: Anadolu'ya kadar oldukça düz şeyreden fay hatları, Balkanları biraz geçtikten sonra ilerlemiyor , kıvrılarak bu defa güneye, aşağıya doğru Arap yarımadasına; yâni Hicaz'a ilerliyor; sonrasında da Asya'daki başka hatlara eklemleniyordu.. Bu harita zihnimde sıçradı ve depremle âlâkası olmayan başka bir harita ile örtüştü. Bu, Türklerin Orta Asya'dan başlayan “Batı” mâcerasının haritasıydı. Fizikî bir haritanın siyâsî, kültürel, inançsal bir başka harita ile örtüşmesiydi tuhaf olan. 

Türklerin târihi, İran ve Roma toprakları arasında ayrışan ve âdeta sızdırmazlık ve geçirmezlik kazanan târihsel bir sınırın delinmesinin târihidir. Persler Anadolu'ya hâkim olmak için antikitiden başlayarak büyük bir efor sarfetmişlerdir. Bunu biliyoruz. Tersi de var: Büyük İskender ise Rumeli'nden başlayarak gözünü “Doğu”ya dikmiş , târihin tanıklık etmiş olduğu en büyük fetih hareketlerinden birisini başlatmış; ama projesinin altında kalmıştır. Hâsılı,her iki yayılma hareketi de başarısız olmuştur. Roma Balkanlar ve Anadolu'daki hâkimiyeti tesis etmiş; bu kavga o devirlerde de sürmüştür. Doğu Roma ile Sasanîler arasındaki nâfile savaşların târihi ortadadır.Diyâr-ı Fars ile Diyâr-ı Rûm arasındaki savaşlar, Kasr-ı Şirin'e kadar devâm edecek ve daha sonra kendi mağmasına çekilecektir.

Türklerin târihine dünyâ târihi açısından ağırlık kazandıran gelişme, Asyalı bir kavmin “Batı” ya doğru gelişen serencâmıdır. Bu becerikli, pratik topluluk, önce Diyâr-ı Fars'a, daha sonrada Diyâr-ı Arab'a “sızmış”, asırlara sâri olan tecrübelerle hem müesses hayatı tanımış; hem de kuvvetli bir inanç dünyâsı olan İslâmiyet ile kucaklaşmıştır. Selçuklu Hanedanlığı'nın târihsel ağırlığı bir Türk-İran ve kısmen de Türk-Arap sentezi olarak gelişmesi ve buradan sızan “düpedüz Türk” olan Anadolu Selçukluğu'nun Diyâr-ı Rûm'a geçişidir. Bir bakıma Farsların yapamadığını Türklerin başarmasıdır bu. (Galiba İranlılar bu yüzden Türkleri çok kıskanırlar). Tabiî ki en yüksek formasyonuna Osmanlı İmparatorluğu döneminde ulaşmış ve artık bu coğrafya; yâni Balkanlar, Anadolu ve Mezopotamya'dan oluşan târihsel havza, Türk toprağı ve Osmanlı İmparatorluğu da Türk İmparatorluğu olarak anılacaktır.

Türklerin Rumeli formasyonunun sınırlarını Batı'da Balkanlar belirlemiştir. Balkanlar; yâni Rûmeli'nin ötesi bir hayâl olarak kalmıştır. Viyana bu işin düğüm noktasıdır. Zâten tıkanmaların da burada başlamış olduğunu biliyoruz. Kanâatimce sonrası, süreci İskendervâri bir ihtirâsa dönüştürecek yönetilemeyecekti. 

Biliyoruz ki, 17.Asırdan başlayarak ve giderek daha dramatik boyutlar kazanan modern zamanlara doğru “Batı”ya gidiş mâceramız önce dondu; daha sonra da çözüldü. En nihâyetinde bir miktâr Trakya toprağı ve Anadolu ile iktifa edip , zar zor tutunduk. Zihin dünyâmız da bunu izledi. Akçura'nın formüle etmiş olduğu “Üç Tarz-ı Siyâset” Balkanlar'dan çekilişimizin etkilerini taşır. Bu siyâsetlerden Osmanlıcılık en zayıf olanıdır. İslâmcılık ve Türkçülük ise târihsel mâceramızı “Doğuya çekmektedir. (Fay hatları ile benzerlik; hattâ örtüşme dikkâtinizi çekti mi?).

Batı'ya gidiş meselesi daha sonra, târihsel karşılıkları ve tutunumlarını belirleyen parametrelerden koptu ve hayli plâstik bir ekonomik, siyâsal ve kültürel bir tasarıma dönüştü. Elimizde pasif bir NATO üyeliği ve karşılıksız bir AB aşkından başka bir şey yok. İlki bizi târihsel havzamıza yabancılaştırdı. Diğeri ise eşitisiz ilişkilere (Gümrük Birliği gibi) ve sonu gelmez psikozlara soktu. Her iki bağ da artık zora girdi ve bu hâliyle sürdürülebilir bir tarafı kalmadı. Artık plâstik bir “Batılılaşmanın” anlamı kalmadı. Bunu ikame edecek olan plâstik bir “Doğululaşma” da olamaz. Türkiye'nin bu zor zamanlardaki önceliği “târihsel havzasının öznesi olmaktır”. Ötesi de buna bağlıdır….

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar